adalet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
adalet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Adalet KHKitlendi!


Hükümetin devletin kendisine ilan ettiğini savunduğu OHAL her geçen gün yeni bir boyut kazanıyor, demokrasiye karşı girişilen askeri darbeye karşı mücadele demokrasiye karşı girişilen sivil bir darbeye dönüştü; halkın iradesiyle seçilmiş belediye başkanları yerine, devlet istediği kişiyi belediye başkanı olarak atamak üzere harekete geçti ve geçtiğimiz ay haftalarca meydanlarda demokrasi nöbeti tutanlar için bunun bir değeri yok. Görünen o ki bu ülkede herkesin kendi demokrasisi var. "Kendine müslüman" tanımına cuk diye oturan "kendine demokrat" tanımı bu ülkenin sosyolojisine giriyor.

Hiç kimse asıl meseleyi konuşmuyor, gerekli olan soruyu sormuyor!

Herkes darbeye karşı sivil direnişten kendine kahramanlar yaratırken, Çerkesler de bunun çok gerisinde değiller. Darbenin seyrini değiştiren Ömer başçavuştan, darbeye onay vermeyen Abidin paşaya - köprüde asker kurşunuyla katledilen baba-oğul Olçok'lardan, Bursa'da öldürülen komiser Bırs'a kadar bir liste Çerkeslerin bu ülkede demokrasiye akıttıkları kanlar olarak dilden-dile dolaşıyor. Ancak hiç kimse bugün isimleri Çerkeslerin demokrasi şehitleri olarak toplumsal hafızamıza işleyen bu insanları ölüme sürükleyen siyaseti sorgulamıyor. Darbecileri, cüretkarlaştıkları mevkilere elleriyle taşıyanlar ve onlara "ne istedilerse verenler" "kandırıldık" diyerek aklandıklarını iddia ederek ellerine-paçalarına bulaşan şehitlerimizin kanlarının hesabını vermekten kurtulmak istiyor. İşin acı tarafı; biz de onlara bu fırsatı sunuyoruz. Böyle demokrasi havariliği de, demokrasi tarihine "destan" olarak lanse edilmek isteniyor. Halbuki olsa olsa "utanç" olarak girebilir.

Herkes tetikçinin peşinde ama tetikçiler birer figüran.

"Kral çıplak" diye bir tabir vardır. Çok şey anlatır. Kral çıplaktır ama kimse söylemeye cesaret etmiyordur. Türkiye'yi daha iyi anlatan bir hikaye kalmadığına inanıyorum. Daha düne kadar El-Kaide bağlantılı gruplara gönderdiği silahlar deşifre olduğunda, bunu deşifre eden gazetecileri hep bir ağızdan susturmak için "adaleti iktidarin fahişesi" yapan bir yönetim anlayışı, gerçekleri karanlıkta bırakmamak için gazetecilik onurunu bu ülkedeki bütün ağırlığına rağmen sırtlayan gazete ve gazetecileri cezaevlerinde tecrit altında tutan bu yönetim anlayışı "fahişesine dönüştürdüğü adalete" bile yetinmeyerek ülkede adaletin tiyatrosunu dahi askıya alıyor. Üstelik bunu "kendine ilan ettiğini" söyleyerek, söylem-eylem tutarsızlığı ile "kendisinden olmayan" herkese karşı kullanıyor. Bir zamanlar devletin kapısı olarak işleyen cemaat kapılarının bırakın içinden geçenleri, yanından geçenlere selam verenlerinin-selam verenleri dahi adalet tiyatrosuna ihtiyaç olmadan suçlu muamelesi görebiliyor. Bu haksızlığı yaparken dahi adil olunamıyor üstelik. Memurluktan ihraç edilen hiçbir memurun, Fetullah ile devletin başındaki zat kadar fotoğrafını bulamazsınız yeryüzünde. Hiç kimse Fetullah'a "ne istediyse vermemiştir" üstelik. Kaldı ki hükümeti kuran iktidar partisi içindekilerin ilişkilerini söylemeye sayfalar bile yetmeyecektir. Herkes tetiği çekeni linç ediyor ama, tetiği çekenler demokrasiye karşı girişilen bu darbenin sadece figüranlarıdır. Asıl suçlular ise dün ilgili cemaati göklere çıkaran köşe yazarları, onlara ihaleleri veren kamu müdürleri, istediklerini veren devlet erkanıdır. İşte Kral böyle çıplaktır ki; kral çıplak deme ihtimali olanların bili kalemi kırılmış, dört duvar arkasına hapsedilerek toplumdan izole edilmiştir.

Kral çıplak diyenler için risk giderek büyüyor!

15 Temmuz'dan daha hemen sonra, aynı gün başladılar saldırmaya çok önceden devleti cemaate ısmarlayanlara yıllardır karşı çıkanlara. Cemaati valiliklere, kaymakamlıklara, emniyet müdürlüklerine, okullara dolduranlara soru soranlara "demokrasi düşmanı" diye linç kampanyalarına saldırdılar ilk önce. İlk günden "kral çıplak" demenin bedeli olacağını hissettirdiler. Buna rağmen "kral çıplak" diye bağıranlar oldu. Yeni kapıda kral meydana çıktı. Çırıl çıplaktı; ellerinde darbe gecesi ölen herkesin kanı da vardı, güneydoğuda taş üstünde taş bırakmamanın tozu da, Taybet ananın kuruyup taş gibi olmuş kanı da. Berkin Elvan'ın ahı, Ali İsmail'in, Ethem Sarısülük'ün acıları da vardı. Ama kimse orada söz de bir ruh; bu ülkeye kara duman gibi çökerken; devletin dörtte üçü el ele vermiş susuyordu.

Dün "Kral çıplak" diye bağıranlar bugün de devam ediyorlar "Kral çıplak" diye bağırmaya. Onlar da dün "kral çıplak" diye bağıranlara nasıl saldırıyorlarsa, daha vahşi biçimde saldırıyorlar bugün "Kral çıplak" diye bağıranlara.

Ey halk, Size Nihat Berham'ın "Haykır acını ey halk" şiirinin bir bölümüyle de seslenmiş olayım!


"Bu direniş senin için ey halk / Bu çığlık senin kollarınla / Yıkılsın şu köhne dünya / Ve coşkuyla yeniden kurulsun diye çınlatıyor hayatı / Bir yol kavşağındasın fakat / Mutlaka değişecek kaderin / Bunu bekliyor şu ıslak çukurlarda yürüyen şu yoksul çocuk / Bunu bekliyor gözevleri kurutulmuş analar / Bunu bekliyorzincirin oyduğu bilek / Bunu bekliyor açlık, kuraklık, ılık ılık akan kan / Bunun için en gençlerimizi ölümle tanıştırdık  / Kuşan kendini artık, / Biraz da gövdeni yüreğinle kırbaçla / Ey halk, haykır acını; bu karadumanı dağıt" 
Share:

Bin Dokuz Yüz Çerkes sekiz...


O olmuş, bu olmuş, çok savaşmışız, ölmüşüz.. öldürmüş öldürmüş tüketememişiz Çarlığın askerleri; seneler seneleri kovalarken, 1864 yılında Rusların Zafer, Çerkeslerin Yenilgisi resmileşmiş iyice... İşte sırf bu yüzden Çerkesler acılarını, Ruslar da zaferlerini o tarihe sığdırabilir. Sığdırıyorlar da; yenilgi Çerkeslerin, Zafer de Rusların hakkı sonuçlara bakılırsa. Buradaki ince çizgi şu; Çerkesler yenilmiş olsalar bile, o savaşta haksız değillerdi. Ruslar zaferle tamamlasa bile, o savaşta haklı değillerdi. Nitekim; Çerkesler haklı bir savaşta yenildiler, Ruslar haksız bir savaşta kazandılar. Bakunin'in dediği üzere "Tarih kazananların propagandasıdır" sözü, daha önce binlerce kere olduğu üzere tekerrür etti ve haklı ile haksızı ayırmadı. Kazanan ile kaybedeni ayırdı.

Gerçek mi yalan mı bilmem de; bir sürü mit, efsane var o tarihlerle ilgili, yani bütün efsaneler doğruysa bile, bütün o mitler yaşanmışsa bile "yenilgi" o kadar ağır ve gerçek ki; hiçbir efsane ve mit, yenilgimiz kadar değiştirmemiş kaderimizi.

Sonuçta bende, Türkiye'de yaşayan milyonlarca Çerkes gibi o efsanelerin, mitlerin kahramanlık destanlarının ekmeğini yemiyorum, bir yenilginin 152nci yıla taşan ağır gerçeğini yaşıyorum. 

Ancak bazıları, yaşadığı gerçeğin farkında bile değiller. Hala efsanelerle, mitlerle, kahramanlık hikayeleriyle bakıyorlar hayata. Elbisesi temiz, papucu boyalı, karnı tok, başının üstünde bir dam, yatağının üstünde yorganı var. Belki memur, belki değil, belki kendi işyeri var; kısacası sırtı pek... yarına dair, elbisesiyle, papucuyla, karnıyla, damıyla, yorganıyla ilgili hiçbir kaygı taşımıyor. Haklı taşımamakta. Kim ne diyebilir? Ama bütün bunların bir bütün olarak Çerkeslikle, Çerkesliğin içinde olduğu durumla ne ilgisi var? Diyorsun ki; Çerkesliğin elbisesi Vatanın, yurdun.. Karnı; kültürün, dilin.. papucu; ulusal kimliğin, gençliğin.. yorganı; mücadelen, talebin.. 

Diyor ki "ben yediğim kaba pislemem" bazı arkadaşlarımız uzunca bir müddet "siz köpek misiniz, kabdan mı yiyorsunuz" dediği için, bugün daha güncelleşmiş bir hale taşıdılar bu sözü; "ben yediğim tabağa tükürmem" olarak. Türkiye'nin avrupa birliğine yaklaşıp yaklaşıp uzaklaştığı şu yıllarda böyle faydalarını gördük, Türkiye'deki Avrupalı ÇerkeZler; yediği tabağa tükürmüyorlar. Takdire şayan, 152 yıllık Anadolu yaşamında üretebildikleri en sağlam argüman bu olsa gerek.

Ha... onların yediği kaba pislediği ya da yediği tabağa tükürdüğü de yaşadıkları ama farkında olmadıkları en büyük ikinci gerçek. Bunları onlara anlatabilmek, imkansıza yakın bir durum. Onların hangi damardan beslendikleri çok bariz çünkü. Bu konuları daha önce "Kafkas Makronu *1" etiketleriyle çok yazdım. Yani Çerkesliği, Çerkesliğin geneliyle algılamakdıkları katıksız bir gerçek. Türkiye Diasporasında artık yaygın olarak kullanılan ÇerkeZ kelimesi, (Z'si büyük) tam olarak onların kimliği kabul ediliyor. Çünkü esasen, Çerkesliği, Çerkesliğin geneliyle algılayan farklı görüşte olsalar bile bütün insanlar, o kişilerle aynı kimliği taşımadıklarını düşünüyorlar. Kendilerine de "Çerkes" diyorlar. 

velhasıl ben artık bu ÇerkeZleri konuşmaktan sıkıldım, daha önce de "yok saymak *2" üzerine fikrimi beyan ettim. Enerji kaybından ötesi değil.

Biz Çerkesler, üstümüzdeki kıyafetin, ayağımızdaki papucun, tok karnımızın, baş üstündeki damımızın, yatak üstündeki  yorganımızın, cebimize taşıdığımız paramızın, Çerkesler olarak yaşadığımız ağır gerçeği yok etmediğinin farkındayız. Hepimiz aynı fabrikadan çıkmış gibi aynı görüşleri, aynı mücadeleleri, aynı dini de paylaşmıyoruz açıkçası. Kimimiz sosyal demokrat, kimimiz Çerkes milliyetçisi, kimimiz biraz liberal, kimimiz çok sosyalist, ben deniz anarşist, bazıları apolitik.. kimisi rock müziği seviyor, kimisi hip-hop'ı.. kimisi kır da bayır da yürümeyi seviyor, kimisi alışveriş yapmayı. Biz sadece; Çerkes olarak aynıyız.. Aynı ağır gerçeğin içinde, farkındayız.

Bu farkındalık çok önemli, bu farkındalık bizi harekete geçirecek çünkü.

Biliyorsunuz, bu farkındalığın harekete geçirdiği önemli adımlardan birisi de "dönüşçülük" hareketiydi. Türkiye'den anavatanına dönen büyüklerimiz olmuştu. İşte bu büyüklerimizin de içinde sosyal ve siyasal olarak hakim bir anlayış yoktu. Tek benzedikleri nokta; yaşadıkları ağır gerçeğin farkında olmaları ve bu farkındalıkla o gerçeğin ağırlığından kurtulma çabalarıydı. Anavatana dönüş, Çerkesler için her şartta önemli bir mevzudur. Anavatana dönemedikten sonra; hiçbir hamle ve ilerlemenin sürekli faydası olmayacaktır. Kalıcılığı olmayacaktır. Devamlılığı olmayacaktır. 

Yani kısacası; Türkiye demokrasisini Çerkeslik meselesiyle düşünerek kendi mücadele alanı haline çeviren arkadaşlarımızdan tutun da, Çerkes kimliği üzerine milliyetçi bir refleks oluşturmaya çalbalayan arkadaşlara kadar hepsinin programında bir anavatan, bir diaspora ve ikisiyle bütünleşik bir "dönüş" hedefi olmak zorunda. 

Bilmeyen yoktur, varsa diye tekrar edeyim. Türkiye'de İsveç demokrasisi olsa da, Çerkesler kendi anadillerinde eğitim yapan okullar kursa da, devlet onlara radyo ve televizyonlar açsa da; Türkiye'de öyle ya da böyle asimile olacaklardır. Küreselleşmeyle birlikte zaten Türkiye'nin egemen halkı dahi bir şekilde asimile olmaktadır. Toplumsal kültür, neoliberal politikalarla tüketim kültürüne devşimektedir. O bakımdan dahi, bu toprakların yerlisi olmayan bir halkın bu devşimeye kendi etkisini verebilmesi zaten imkansızdır. *3

Yani; bugün Türkiye de Çerkesler olarak küçük grup ve inisiyatifler hangi yolla, hangi yöntemle ne yapıyor olursa olsunlar, bütün yaptıkları herşeyi bir dönü politikası ile taçlandırmakla mükelleftirler.

Dönüşçü abilerimizin "Vatanınıza dönün" demesi; doğru yoldur.

Ama dönüşçü abilerimizin de, inatla (ve sebepsiz, amaçsız bir şekilde) anlamadıkları, lafı sürekli sağa sola çekerek konuyu çorbaya çevirdikleri ve karşılarındaki insanlar sırf bıkarak sustuğu zamanda kendilerini haklı zannettikleri bazı meseleler var, kendileri unutmuştur diye tekrar edelim.

Birinci meselemiz, Türkiye'deki Çerkesler kendilerinin sandığı gibi homojen değiller. Katıksız kalmamışlar ve çok farklı bakış açılarına sahipler. Birincisi; kendileri dönüşçü olabildikleri ve sırf bunu yapabildikleri için kendilerini yapamayanlara akıl verecek konuma taşıdıkları için bazı soruların cevaplarını vermeleri lazım.

1 - Kendileri Türkiye'deyken Çerkeslerin homojen olmayan yapısıyla ilgili nasıl araştırmalar yapmış, ne çeşit mücadeleler örgütlemişlerdir ve kendilerini kaç kişiye anlatmayı başarmışlardır.

2 - Kendileri Türkiye'de dönüş yapmaya karar verdikleri zaman, bu kararlarını toplumsallaştırmak adına nasıl çalışmalar yapmışlardır ve bu çalışmaları kaç kişiye anlatmayı becerebilmişlerdir

3 - Kendileri dönüş yaptıkları zamandan itibaren; dönüşü örgütlemeye katkı sağlayacak ne gibi sosyal projeler (belgesel, tiyatro, sergi, kitap, kitapçık, yayın ) de yer almışlardır ve bu projeleri kaç kişiye anlatmayı başarabilmişlerdir.

4 - Kendileri dönüş yaptıkları zamanla, bugün dönüş yapmak isteyenlerin yaşadıkları hukuki süreç aynı mıdır? Bununla ilgili herhangi bir makale yayınlamışlar mıdır?

5 - Kendileri dönüş yaptıktan sonra, yurdumuzdaki stklara Türkiye'deki Çerkesleri anlatan herhangi bir çalışmada bulunmuşlar mıdır? Bunu oradaki halka (Çerkes, Rus vs.) ne kadar anlatabilmişlerdir?

6 - İlk beş soruda "başarılmayan, becerilmeyen, anlatılmayan, yayınlanmayan" şeyler hakkında herhangi bir rapor veya analizde bulunmuşlar mıdır? Bulunmuşlarsa, kısaca sebepleri nelerdir.

7 - Türkiye'nin iç işleri olan demokratik hareketlerdeki Çerkeslerin konumlarıyla ilgili

a) Gerçekten Çerkeslerin Daimi kurtuluşu olarak yapıldığını mı sanmaktalar?
b) Neden sürekli takip edip, olumsuz görüş bildirmeyi vazife edinmekteler?
c) Nasihat vermeye çalışmakalar

8 - Yedinci soruda "Türkiye iç demokrasi mücadelesi veren Çerkeslerin" dönüşe karşı olduklarını mı düşünüyorlar, bu konudaki görüşleri nedir?


Bu soruların cevaplarını ister kendilerine, ister arkadaşlarına veya bize versinler hiç fark etmez. Bu soruları da, bir savaş metni gibi düşünmemeleri gerekir, zira hiçbirisi "bir şey yapmadıklarını" veya "az şey yaptıklarını" ispatlama niyeti taşımaz, bu değeri de yok. Bu sorular, bugün yaşadığımız ağır gerçeğin yeterince farkında olunup, olunmadığıyla ilgili ve bu gerçeğin son 15 yılın mu yoksa çok daha eski yılların mı ürünü olduğunu anlamak üzerine kurulu. Ben 29 yaşında genç birisiyim. Aklım erdiğinden beri; Çerkeslerin hiçbir zaman bir bütün olarak aynı gerçeği savunabildiklerini göremedim. Farzı misal; Çerkes kimdir sorusu bugün bile herkeste aynı cevabı oluşturan bir gerçek değil. Bu en basit soru, bu kadar basit bir sorunun bile karmankarışık çok fazla cevabı var. Şimdi peki; bu basitçe soruyu bile karmakarışık hale taşıyan temel nedir? Bu elbette benim sorumluluğumdur. Ama aynı zamanda benim babamın, benim dedemin, benim dedemin babasının da sorumluluğudur. Sadece benim de değil, hepimizindir. Peki bu sorumluluğa karşı bugüne kadar ne yapıldı? ne kadar yapıldı, ne kadar başarılı olundu? Bugün Türkiye'de en azından bu basit soruya verilen cevapta gelinen noktadaki ilerleme 10 yıl önceye göre daha sağlam. Biz bunun, sizin döneminizden kalan ve topluma mal edilmiş hiçbir emaresini göremiyorsak (gençler olarak), kusura bakmayın da; size hesap sormak bizim de en büyük hakkımızdır.

Hem aidiyetimiz sizin ve sizden öncekilerin zamanından tarumar edilmiş olsun, sinmiş bir topluma evrilişimiz, kapalı bir toplum olarak kalışımız sizin ve sizden öncekilerin zamanından bize miras kalmış geri kalmışlıklar olsun; siz hiç diyet ödemeden kalkın; yaşınızın arkasına saklanarak bizi nasihat yağmuruna tutun? Biz de hiçbir şey demeyelim. İyi valla. Güzel yere demir atılmış.

Ey yaşı kemale erip, bugün sürekli akıl veren abilerim... kardeşinizi dinleyin.... çok şey değil, bir özeleştiri bile veremiyorsanız; ilk baştan zaten söylediklerinizdeki samimiyetsizliğini anlıyorum ben.

Diğer bir yandan,

"Harikalar diyarı" terimini kim ortaya attı hatırlayamıyorum ama, biz onun içerisinde yaşasaydık; sanki her isteyen vatanına dönebiliyormuş gibi yazardık, çizerdik hatta şiir yazar, şarkısını bile okurduk. Lakin durum ortada. Son başvuran 161 kişi (siz istediğiniz kadar şov deyin, Rusya dışişleri bakanlığının suriye ateşinden kaçan Çerkesler için söyledikleri de bu kadar ortada ve yakın iken *4) vatanına dönemedi. İçlerinde yaşı 18i geçenler de dönemedi. Siz de az biraz tahmin edersiniz ki dönemeyecekler. Bu dönemeyişi Rusya hukuki bir dille, bir şeyler diyerek falan filan ederek eminim bize açıklayacaktır ama, siz de bizim toplumun içine bir "şov" velvelesi yapacaksınız. Yapıyorsunuz da.

Neymiş? Sessiz sessiz gelmeliymişiz. Önceden gelmeliymişiz, şöyle bir gezmeliymişiz.. karar vermeliymişiz..

Doğru ya. Sochi'den Türkiye'ye de tıpkı öyle geldik ya..

önce geldik, şöyle bir gezdik, karar verdik ya..

Yani diyor ki; bir amerikalı kızılderili nasıl rusya vatandaşı olacaksa, siz de öyle olacaksınız. Yani burasının sizin anavatanınız olması, sizin anavatanınızdan sürülmüş olmanız, geri dönme hakkınızın bir adaleti temsil etmesi fasa fiso.. ya amerikalı kızılderili gibi gelin, ya da gelmeyin diyor kısaca.

Siz Türkiye'den Çerkesya'ya; bir amerikalı kızılderili gibi giderek vatandaş olmuş olabilirsiniz, vallahi umurumda değil ama, ben Türkiye'den Çerkesya'ya bir Çerkes olarak geleceğim ve siz istediğiniz kadar velvele çıkarabilirsiniz. Biz Türk değiliz, orası da Hindistan değil. Biz Çerkesiz, orası da bizim anavatanımız ve oraya 100er 100er, 1000er 1000er gelmek kadar, gelirken sevinçten bağırmak, düğün yapmak kadar doğal bir hakkımız olamaz.

Sizin hoşuna gitse de, gitmese de.

Artık bu yolda sizin hangi rolü oynayacağınız size kalmış. 

Dönüş dönüş demek kolay, papağanım bile söylüyor evde yoksa..

Siz oradan, buraya aktivistlik öğretiyorsunuz, halbuki orada hiçbir etkiniz yok. Adnan Khuade ile ilgili bugüne neden sessiz kaldığınızı da cümle alem biliyor ya; neyse! Böylelikle dönün dönün diyen herkesin, oraya döndüğümüz zaman maruz kalacağımız hukuksuzluklara karşı bize sahip çıkmayacağını da böylece öğrenmiş olduk.



*1 -  https://apiscanberk.blogspot.com.tr/search?q=makron&x=0&y=0, https://apiscanberk.blogspot.com.tr/2015/08/turkiye-kafkas-makronu-ve-siyaset.html
*2 - https://apiscanberk.blogspot.com.tr/2015/11/kultur-cerkesciliginden-siyaset.html, https://apiscanberk.blogspot.com.tr/search?q=%C3%87erkeZler+ile&x=0&y=0, 
*3 - https://apiscanberk.blogspot.com.tr/2016/05/cerkes-soykrm-ve-cerkes-sorunu-uzerine.html
*4 - https://apiscanberk.blogspot.com.tr/2015/11/rusya-dsisleri-bakanlg-hangi-kozu-oynad.html





Share:

Penisli Adalet...

"Adalet için adaletten hızlı" diyerek yürüyeli 3ncü yılına yaklaşıyor. Biz sözümüzü ne yazık ki tuttuk ve 1100 küsür kilometre de adalete 3 yıl fark attık. Korkarım ki 30 yıl bile fark atabiliriz. Tamam yürüyüş kendi deklarasyonundaki biçimiyle "özelde gezi parkı" diye başlayan ama "genelde bütün Türkiye'deki adaletsizliği kapsayan" bir eleştiri biçimiydi. Kadir, Ulaş, Gökhan ve bize katılan bir çok arkadaşımız da adalete misliyle  fark atacaklarını da biliyordu. Bugüne kadar atılabileceğini de biliyorlardı. Yarın da atmaya devam edeceklerini de biliyorlardı.

Adaleti saraylardan değil...
...vicdanlardan talep ediyorlardı...

Gezi Parkı özelini hepiniz biliyorsunuzdur, "ben ne dersem o olacak" diyen bir ahlaksıza karşı; hayır, sen ne dersen o olmayacak diyen bir halk ayaklanmasıydı. Bu ayaklanmayı herkes kendi yönünden tuttu çekiştirdi ama, bir devrim kalkışması değildi. Belki ön hazırlığıydı... belki testiydi... ama öyle değildi. Bu halk ayaklanmasında insanlar; "ben ne dersem o olacak, ben nasıl istersem siz öyle yaşayacaksınız" diyen, temsili demokrasiyle ülkenin başına geçerek azgınlaşan bir diktatöre doğrudan demokrasinin dersini verdiler. Bu sırada ülkenin en omurgasız bir kurumunun geçmişten tescilli katilleri bazı arkadaşlarımızın yaşama hakkını aldılar. Bir çok arkadaşımızı ise sakat bıraktılar ve bu ülke sözde bir hukuk devletiydi yine. Baştaki diktatör, omurgasızlarını korudu ve ne ölen tek bir arkadaşımız için ne de sakatlanan tek bir arkadaşımız için gerçek bir adalet vuku bulmadı... itirazın özeli buydu! halkın vekaletiyle cinayet işlettiren bir hükümetten adalet talep etmiyorduk, bu adaletsizliğe karşı; sizin vicdan sessizliğinize itiraz ediyorduk..

(Kısa bir not)
...Geneli ise o kadar eski ve acımasız ki? Her birini nasıl sayabiliriz bilmiyorum. Gezi Parkında halkı ayaklandıran diktatör, şimdi fiili olarak anayasayı rafa kaldırmış ve hiç kimsenin ona hesap soracak gücü yok. Geçtiğimiz günlerde Almanya Parlamentosunda Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı neredeyse oybirliğiyle kabul edildikten sonra, bizim diktatör o parlamentoda o tasarıya evet oyu veren Türkiye kökenli milletvekilleri için "kan testi" yapılmalı diyor. Neden biliyor musunuz? Çünkü Türk olamazlarmış. Halbuki olay kanla ortaya çıkacaksa, bizim diktatör de Türk değil. Kendi kanının testini yapınca bizi anlar ama, mesele bizim için kan meselesi de değil.. bizim için asolan adalet. Soykırım değilse, açtık belgeleri diyorsan.. açtığın arşivleri, bahsettiğin belgeleri cilt cilt, dil dil kitaplara bas, dünyaya dağıt. Madem soykırım değil, niye soykırımı tanıyan ülkelere küsüp, vekillere kanı bozuk diyerek ırkçı bir pozisyona sürükleniyorsun? Bende merak ediyorum, 1915den önce bu topraklar da yaşayan 1,5 milyon Ermeniye ne olduğunu? Madem arşivlerin açık, belgelerin tamam; niye vatandaşlarını cahil bırakıyorsun?  Niye vatandaşlarını cehaletlerinden tutup, farklı bir şeyler söyleyen insanların düşmanı haline getiriyorsun? Madem korkacak bir şey yok, niye adaleti tecavüz kurumuna teslim ediyorsun? Irkçılığa, cinayete, tehditlere..?


...Velhasıl Antalya'dan yola çıkarken de söyledik ki, özelinde Gezi Parkı, Genelinde tüm Türkiye için adalet talep ediyoruz diye...

3 küsür yıl geçti...

Aç çocukların karınlarını kurşunla doldurdular...
Her gün kadın cinayeti, tecavüzü, çocuk istismarı yaşandı...
Artvin'de, Mersin'de, Kaz dağlarında ve bütün Türkiye'de doğaya her gün vahşice saldırıldı...
İnsan başı kesen bir örgüte, tır tır silahlar, bölük bölük insanlar yollandı...
Suruç'ta çocuklara oyuncak taşıyan insanların ortasında bomba patladı...
Kentlere toplarla, tanklarla, savaş uçaklarıyla girildi...
Ankara'da barış isteyen yüzbinlerce kişinin ortasında bomba patladı...
Tanklarla, Toplarla, savaş uçaklarıyla girilen kentler harabeye döndü...

3 yıl...

Bütün bunları yazmaya insanın kalbi dayanmaz, zaten vicdanlı insanların hepsi bir yanından tutmuş konuşuyorlar. Biliyoruz ki; hiçbir bayrak, ölen tek bir masumun bile kanını saklayamayacak. Tarih yazacak.


Ben az konuşulanı, görülmeyeni anlatayım!

Adalet Yürüyüşü, biraz da kadındı...

Mesela Çilem Doğan'dı

Çilem Doğan'ın tetiği çekmesinden bir dakika öncesiydi...
Çilem Doğan'ın tetiği çekmesinden bir dakika sonrasıydı...

Bin yıllar öncesiydi...

Bin yıllar öncesinden bugüne kadar katmerlene katmerlene gelen ve her seferinde bir yerde tekrar eden, milyonlarca kadının canını alan, milyarlarca kadına gün yüzü göstermeyen bir adaletsizlikti..

Çaresi yoktu, ya ölecek ya da öldürecekti kadın!

Çilem'de öyle...

ama bütün öldürecek silahlar erkeklerindi... ölümün sanayisi erkeklerindi... ölümün dini, ölümün milliyeti, ölümün rütbesi, ölümün adaleti.. erkeklerindi...

Silahını yastığının altına koymuştu erkek, Çilem'i defalarca olduğu gibi yine öldüresiye dövüyordu.. ilk değil, son olmayacaktı, belliydi... belliydi; ölü ya da diri teslim alacaktı Çilem'i..  Çilem "daha önce çok geçtim adliye koridorlarından, yüzüm morluklar içinde" diyor... korunma istemiş, nafile.. sığınma istemiş "bulur seni" demişler.

Kadın kendini satsa, kocası öldürse ne olurdu? hepimiz biliyoruz...

Kocası kadını satmak için öldüresiye dövüyordu, kadın kendi bedenini istemediği bir şeyden korurken adamı, adamın silahlıyla vurdu... adam öldü... ne oldu? hepimiz biliyoruz...

Çilem diyor ki;

"Erkekler takım elbise giyip önüne bakınca cezası iniyor, benim takımım, kravatım yok." Yok, işte tam öyle değil orası...

Erkeklerin takım elbisesinde kravatı penisini gösterir, önünde değil; penisine bakar fail... ve hemen erkek yargısı çalışmaya başlar böylece Çilem..

Senin takım elbisen olsaydı da, bir erkeği öldürmenin her ne sebepten olursa olsun bir suç olduğunu öğreteceklerdi sana! 

Çünkü sen bir kadınsın, ve sadece kadın kimliğinle bir özsavunma yapmışsın.. emsalsin!

Kadına hala "yarım" bakan, görev biçen, onun nerede kahkaha atacağından, nasıl giyineceğine kadar herşeyine karışan devletli-devletsiz bütün erkeklerin korkulu rüyası olmuşsun.

Sen haklısın, herkes biliyor.. hiç kimse inkar edecek durumda değil ama; seni affederlerse nasıl dövecekler eşlerini, nasıl karışacaklar her bir şeylerine? 

Kısacası, basit bir adli vaka değil senin davan...

Bize Adaletin Penisini gösterdin Çilem!

Senin davan Adalet Yürüyüşü'nün kadın yanıdır...

Senin davan binlerce yıl milyonlarca kadını öldüren, milyarlarca kadına gün yüzü göstermeyen erkek egemenliğine karşı en sert cevaptır.

Ben sana inanıyorum! Sende kendine inan... "Bir kadın isterse, kendini doğurabilir" Çilem. Sen bize ve bütün kadınlara bunu gösterdin. Dostuna-düşmanına bunu gösterdin. Binlerce yıllık erkek egemenliğini bu topraklarda korkudan tir tir titrettin Çilem.

Share:

Türkiye Büyük Tayyip Meclisi

Yazının başlığını yazarken, aklımda hep 'Türkiye Büyük Tayyip Meclisi' ifadesi vardı. Hatta bir ara yazdım, sonra düşündüm... Başıma bela açar mıyım diye? Sildim. TBTM yapayım dedim, hiç olmasa bir sorun çıkarsa inkar etmek istersem bir yol olsun diye. Az sonra aşağıda okuyacağınız düşüncelerimin çoğunu da yazmıştım.

Ben yazıyordum, müzik çalıyordu...  Grup Emeğe Ezgi, Nazım Usta'nın "Kerem gibi" şiirindeki şu mısraları haykırıyordu:

"Ben yanmazsam
sen yanmazsan
biz yanmazsak,
nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa"

Hemen bir sigara yaktım, kendime de kızdım açıkçası. İçimden Nazım Usta'ya bağırdım:

KARANLIKLAR AYDINLIĞA ÇIKSIN DİYE,
VARSIN ATEŞ İLK BENİ YAKSIN İSTERSE!


Herşey 22 Şubat 2003'de bugün "anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz" diye açıklama yapan bir partinin o zaman ki genel başkanının demokrasi sevdası ile başlamış. Kendisi de zaten sonra o bilgiyi teyit etmiş. Ben tabi o zamanlar pek anlamam bu demokrasi işlerinden. Her sabah "ne mutlu Türküm diyene" diyerek bağırıp, Çerkes olduğumu bilmemin yarattığı acayip bir şizofreni ile atalarımın dışarıdan getirdiği kültürel mihrakların, bana eğitimle içeride aşılanan ulusal mihrakların birbiri ile arasındaki derin çelişkilerdeyim. Daha 16 yaşımı doldurmamışım. Ne mutlu türküm diyene diyerek bağıran bir Çerkes olmanın çocukça şokundayım, derslerimi bile anlamıyorum ki demokrasiyi anlayayım. İşte kısacası, henüz benim demokrasi ne pek bir fikrim yokken, dün katil dediğine bugün "hakkını helal eden" bir partinin  o zaman ki başkanının demokrasi sevdası ile başlamış herşey.

Ortada gezen davanın ilk adımı bu. Dava da belli, hiç kimse de kendini kandırmasın boş yere. Teori eyleme geçmiş, eylem kendini ifade etmiş, bugün izahı seyroluyor. Yine de bir ipucu vereyim: Dava fiilen yürürlükte, fakat kendine hukuki bir altyapı arıyor.

Deniz amcanın yaşı malumumuz, o zaman da bizim ki kadar genç değil tabi, kim bilir Diktatör'ün D'sini Demokrasi sanmışta olabilir.  Kabul, meclisin en yaşlı üyesi derim, yaşı kemale ermiş, artık gözü pek iyi görmüyor derim; 2003'ü sineme çekerim ben

Ee peki Kemal abi? Ya sen.. sende mi gözlüğünün arkasına sığınıp hareket edeceksin? Sende mi görmüyorsun ortada dönen kirli dolabı! Dokunulmazlık değil o, Diktatörlük diktatörlük! Dokunulmazlıklara "evet" vereceğim diye, göz göre göre Diktatörlüğe "evet" diyeceksin.

Sırf yüzde 1 oy kaybetmeyeyim diye, yüzde 1 oy kazanayım diye "evet" diyeceğim diyorsun, deme!

Biz yanarız, sorun değil.

"Diyorum ki sana:
Kerem gibi kül olayım
yana yana!

ben yanmazsam
sen yanmazsan
biz yanmazsak
nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?"

Gözünle görüyorsun yalan değil. Seçilmiş hükümet bu, seçilmiş hükümet! Derler ki Türkiye'de seçimle gelen hükümet, seçimle gider! Onlar söyledi hep...

Bunlar ilk geldiğinde ordu muhtıralarını ezip hapse tıktılar, kendi arkadaşlarını çiğneyip sokağa attılar, kol kola gezdiklerini rezil rüsva yaptılar hep dedikler ki; seçimle gelen seçimle gider!

Dün seçimle gelen, emirle gitmedi mi?

Gözümüzün önünde, devlet olan, yasa olan, meşru olan, bayrağın rengini, ülkenin şeklini koruyan yasaların anası eziliyor kim dur diyebiliyor?

Cumhur Tayyip, Meclis Tayyip, Ordu Tayyip, Mahkeme, savcı hepsi Tayyip!

Fiilen Türkiye Büyük Tayyip Meclisinde, sipariş yasa üretme memuru haline dönüyorsunuz! Buna mı evet diyeceksiniz?

Eğer derseniz, biz de resmen Tayyip Cumhuriyetinin açık cezaevinden size lanet edeceğiz.

Share:

Çöpte çürüyesiniz!


Bir gün iş yok, çalıştığım küçük esnafta, oturup çay içiyoruz. Dükkanımızın tam karşısında da 3 çöp konteynırı var, çöp demeye aslında bin şahit ister, çünkü etrafı resmen bir sosyal dayanışma alanı oranın. Nasıl diye soracak olursanız, kısaca şöyle anlatabilirim. Yeni koltuk alan biri, eski koltuğunu getiriyor konteynırın kenarına koyuyor, koltuğa ihtiyacı olan biri geliyor oradan alıyor. Elbiseler, mobilyalar, televizyonlar, radyolar.. hiçbiri konteynırın içine konmaz, hepsi kenarına konulur ki; ihtiyacı olan birisi gelsin alsın. İlginç bir havası vardı oranın, mesela sokaklarımız da "eskicii" diye bağırıp geçen amcalar, orada metal değeri olmayan hiçbir şeyi almazlardı, herkesin ihtiyacı olana saygısı vardı. Geridönüşüm işçileri, hayatın sırtlarına yüklediği ağırlık resmen taşıdıkları çuvallarla resmedilebilir, onlar da gelirlerdi oraya, alüminyum, bakır, kağıt, plastik ne bulurlarsa alır giderlerdi. Geridönüşümün çevreye faydalarını anlatmaya lüzum yok, ama geri dönüşüm işçilerinin tam da şu günlerde, devletin emeklerine gözünü diktiği zamanlarda hayatını anlatmaya çok ihtiyaç var. İşte iş olmayan o gün, "Movses onları gösterip; ülkenin en faydalı işini bunlar yapıyor" dedi. Çok uzun anlatıp canınızı sıkmayacağım hiçbirinizin! Kısacık anlatacağım onları size;

Ayakkabı kutularını, içine para koymak için toplamıyorlardı onlar. O kutulardan yüzlerce, binlerce topluyorlardı, sabahın zifirinde uyanıyorlar, gecenin karanlığında duruyorlardı. Orta sınıf amcalar, teyzeler, abiler, ablalar onlara hor gözle bakarken, onlar çalmadan doymak için, emek vererek yaşamak için hiç umursamazlardı bunu. 

Hakikaten yavhu... ayakkabı kutusunda yetimin hakkını saklayanlar, ayakkabı kutularıyla hırsızlık etmeden yaşayanlardan daha mı temizdi? O çöp konteynırının içinde emeğiyle yaşayanlar, o geleceği soyup soğana çevirenlerden daha mı kirliydi? 

Keşke hepimiz, sabahın köründen, akşamın zifirine kadar konteynır konteynır yürüyüp, emeğiyle yaşayan bu işçiler kadar temiz kalabilseydik.

Şimdi kanun koyucuları, geri dönüşüm işçilerinin emeğine gözünü dikiyor. Zaten adaletsizliği tavan yapmış bir sistemde, o sistemin en alt sınıfının da hakkına göz dikiyor, ne desek eksik kalır! Bu onurlu insanların ekmeğine göz dikenlere yalnızca tek birşey söylemek istiyorum!

Gasp ettiğiniz ÇÖPLERDE ÇÜRÜYESİNİZ! 

Share:

Düşünce de mi terör örgütüdür?

Korku ikliminin sona erdiği, herkesin düşüncesini serbestçe paylaşabildiği, birlikte yaşamı konuşuyorduk, teröre binlerce kez lanet ederek. Öyle boş boğaz, televizyon canavarının ortaya koyduğu tanımlara dayalı olarak değil üstelik, hakiki teröre lanet ederek, terörün rengini, dinini, dilini falan ayırmayacak kadar da saf bir şekilde. Hakikaten düşünüyorum, acaba şu meşhur teröre lanet okuyanlar korosunun kafasındaki terör tam olarak neyi ifade ediyor diye... acaba diyorum, gerçekten de biz terörist miyiz, nasıl yıldırıyoruz karşımızdakileri, kimi öldürüyoruz, kim ölsün-bitsin istiyoruz? Kime korku veriyoruz.. oluyor olabiliriz; sahi, kim bizden korkuyor? kim titriyor? Nasıl bir korku yaratıyoruz biz?

Adalet kimi korkutur?

Hatırlarsınız, nasıl unutacaksınız ki zaten Gezi'yi.. işte tam onun ertesinde, kaç çocuk öldürülmüştü, düşünün bakalım hatırlayacak mısınız? Elinde sapan olsun, olmasın; bunu tartışmıyorum bile! Mesela Berkin'in nasıl öldüğünü hatırlıyor musunuz? Kimin öldürdüğünü? Ölüsünün arkasından, bugüne kadar kimin neler söylediğini? Ya Abdocan'ı, Ya Ali İsmail'i? tek tek saysam ya da topluca söylesem bir şey ifade edecek mi?  Bizim yüreğimiz kaldırmadı, canımız hakikaten yandı, Kadir Canbek ile Antalya Kaleiçi'nde çok konuştuk bunu, intikam da almak isteyebilirdik, ama niye adalet istemeyi seçtik? Siz karar verin, biz çok konuştuk çünkü, Gümüşsuyu'nda dayak yediğimiz güne kadar, bilmem kaç kent, bilmem kaç kilometre.. sonra da unutmadık, 20 ağustosta bir tekmeyle ölseydik inanın tesadüfen olmayacaktı, aksine o tekmeden kurtulup yaşamamız bir tesadüfün kendisiydi üstelik. Peki ne istemiştik? Adalet! Çok terörist bir istekti.

Eşitlik kimi titretir?

Ben seninle eşitim, aynı bedeli ödüyorum, aynı hakları istiyorum diyorum, eğer korkuyorsan şöyle söyleyeyim; sen benimle eşitsin! aynı bedeli ödüyorsun, aynı haklara sahipsin. Ben seninle eşitim derken sen erkeksin, ben kadınım. Sen benimle eşitsin derken, sen kadınsın, ben erkeğim. Ben isterken Kürdüm, sen Türksün.. Sana söylerken ben Türküm, sen Kürtsün. Çerkessin, Arapsın, Lazsın, Gürcüsün. Sen insansın.. Yalnızca ben eşitim demiyorum, sende bana eşitsin diyorsun. Eşitiz diyen yalnızca Kürtler, Çerkesler, Kadınlar, Lazlar, Araplar değil.. Eşitiz diyen Halklar! Eşitiz diyen Kürtler, Eşitiz diyen Kadınlar. Sahi, eşitlikten kim titriyor? Kimliği ne?.. 

Kim neyden korkuyor?

Birlikte yaşam diyoruz, ölüyoruz. Adalet istiyoruz, saldırıya uğruyoruz. Eşitlik istiyoruz, terörist oluyoruz. Bizi kim öldürüyoruz, bize kim saldırıyor, bizi kim terörist ilan ediyor? Televizyon canavarı konuşuyor! Mahallelere tanklar girmiş, evleri bombalar yıkmış, Nineler, Dedeler, Bebeler ölmüş, çocuklar annelerinin cenazelerini kuzgunlar yemesin diye yakarıyor Allah'a, insanlar bodrum katlarda gözümüze baka baka öldürülüyor.

Bunun terörizm olduğunu düşünüyoruz. Bunu TDK'daki tanımına inanarak, kelimenin kökenini araştırarak, bilerek ve isteyerek düşünüyoruz. Tarihin ortaya koyduğu "terörist" kavramı bu, ister istemez düşünüyoruz. Düşünmek zorundayız da, birlikte yaşama umudu sönmesin diye düşünmek zorundayız. 

Dünyayı dikenli tellerle birbirinden bölen bölücüler değiliz, Filistin'de, Suriye'de, Çeçenya'da, Irak'ta tırnağı kırılan çocuklar kardeşimiz bizim. Ülkeyi kentlere bölen bölücüler değiliz, Diyarbakır'da, Şırnak'ta, Hakkari'de eline kıymık batan çocuklar kardeşimiz bizim! Kürt bizim, Türk bizim! Çerkes bizim.. Düşünmek zorundayız, insanlık, adalet bizim! 

Düşünüyoruz, düşünmek zorundayız! 

Televizyon canavarı, bizi teröristler olarak gösteriyor, ne diyelim. Düşünce de mi terör örgütüdür? Düşünmekte mi terör eylemidir? 








Share:

Çerkesçe

Translate

Çerkesler

Çerkesya

Çerkesya ya da Çerkezistan (Çerkesçe: Адыгэ Хэку,[1] Rusça: Черке́сия, Gürcüce: ჩერქეზეთი, Arapça: شيركاسيا[2]), Kuzey Kafkasya ve Karadenizin kuzeydoğu kıyısında yer alan bir bölge ve tarihsel bir ülkedir. Bu Çerkes halkının vatanıdır.

Etiketler