Bu seçimler Çerkesler için bir Milat mıydı?

 

Türkiye'nin kutuplaşmış aktörlerinin (sağlı-sollu) seçimde birbirlerini hedefe koyarak ortaya çıkardıkları performans bir Çerkes olarak ancak midemi bulandırdı. Beterlerin içinden az beteri olduğuna kanaat getirilmiş (ki bana göre hiç öyle olmamıştı) bir aday etrafında "Hak, Hukuk, Adalet" söylemiyle bir araya gelmiş ülkemin ılık solu ve hatta kendisi kazanamayacağı için "belki kazandırabilirsem" mottosuyla bu ılık solun adayını destekleyen ülkemin "sıcak solu" kaybetme sersemliğini bir kenara atmış ve kaybetmenin onurlu tarihini kendilerini temizleyecek argümanlar ile yazmaya koyulmuştur. Devletin bütün olanaklarını arkasına alan gibi sihirli sözcükler ile nasıl destansı kaybettiklerini anlatmanın binbir yolunu arıyorlardır. Hatta bir kesim taraftarları da pusuda; kaybettikleri için teşekkür etmeye hazır kıta bekliyor da olabilir. 

Fakat olay öyle ya; şimdi ben kaybettiği için teşekkür edeceğim 2 kişiye...

Seçimlerde Kayseri'den bağımsız Milletvekili adayı olarak kaybettiğiniz için teşekkürler Mutlu Akkaya! 

Çerkeslerin siyasette temsil edilmediğini, temsil edilebilmek için sadece Çerkes doğmanın yetmeyeceğini; Çerkes olmanın ve Çerkes kalmanın mücadelesini vermenin farkındalığını oluşturdun. Sadece Çerkes doğmuş olsaydın belki kazanabilirdin. Sadece Çerkes doğduğu için seçime katılan ve seçimler kazanan birçok kişi var. Fakat hiçbiri Çerkes olamadı ve Çerkes kalamadı. Ancak sadece Çerkes doğmuş olmayı seçmedin, Çerkes olmayı ve Çerkes kalmayı seçtin ve bu yüzden kaybettin. Bunu bize tarafsız bir kişilik olarak gösterdin. Bunu görmek isteyen herkese gösterdin ve  bu senin Çerkes olarak, Çerkes kalarak seçime girerek kaybetmenle izleyen herkesin gözünde mıhlandı. Bunu anlatabilmek için kaybetmen gerekiyordu. Zaten böyle bir ülkede, böyle bir halkı temsil etmeye aday olmanın gereğiydi kaybetmek ve dolayısıyla  kaybetmene şaşırmadım, eminim ki sende şaşırmadın, 2015'de olsa yine kaybedecektin, 2011'de olsa yine kaybedecektin... Çünkü kazanmaya giden yollar kaybetmekten geçmektedir. 

Sen şimdi bir kazanma hayalisin! 

Belki kendinin tekrar kazanma hayalisin belki bir gencin kazanma hayali ve en önemlisi doğru kurulmuş bir kazanma hayalisin Çerkesler için. Kaybederek bize böyle bir hayal kazandırdığın için teşekkürler Mutlu Akkaya! 

Seçimlerde Ankara'dan Yeşil  Sol Partinin Milletvekili adayı olarak kaybettiğiniz için teşekkürler Metin Kılıç!

Çerkesleri yıllarca hiçbir derdi ve talebi yokmuş gibi gösteren ve halklar ile aralarına duvarlar ören zihniyeti kendi enkazı altında bıraktın! Çerkeslerin talepleri bugün dernekleri aştı, şehirleri aştı; sokaklara doldu ve halklar ile buluştu. Çerkeslerin talepleri halkların yüreklerine mıhlandı ve halkların yüreklerinde büyüyor. Sayende kardeşlik sofrasında Çerkeslik adı, Çerkeslik sofrasında kardeşlik kavgası büyüyor. Bir yol açıldı, o yolu arayan buluyor. Çerkeslere halkları, halklara Çerkesleri kazandırdığın için, taleplerimizi tohumlara çevirip ormanlara yaydığın için Teşekkürler Metin Kılıç.

Bu seçimleri kim kaybetti bilmiyorum ama bu seçimleri Çerkesler kazandı! 


Share:

Çürümüşlük ve Çerkeslik: Mecbur değiliz!

 Elimizde olmadan inşa olunan gelecek umurumuzdada  olmayınca, bu geleceğin toplumsal alanımızda yarattığı çürümüşlük ve çözümsüzlükte gün geçtikçe kökleniyor. Allah'ın her bir günü hiçbir Çerkesin kendisine yakıştıramayacağı bir çok şey, Çerkesliğin içerisinde kol geziyor  ve hiç kimsenin de umurunda değil. Niye? Çünkü ola ola normalleşmiş, normalleşe normalleşe görülmez olmuş. Çerkeslerin büyük bir bölümü bir Çerkeslik ütopyasının içinde mışıl mışıl uyurken; bir şiddet kültürü Çerkesliğin içini oya oya tüketiyor. Biz şiddeti görüyor muyuz? Hayır... peki görenler buna tepki gösteriyor mu? Hayır! Bu ütopyanın sonu; şiddetin giderek normalleştiği ve Çerkesliğin de pek çok yer gibi insanlarımız için güvenli olmadığı bir alana çıkıyor. Ne ben güvendeyim, ne sen, nede hiç kimse! Bu şiddet; en başta çocuklarımızı yiyor. Bu şiddetin içinde gençlerimiz ve kadınlarımız çürütülüyor. Bu çürümüşlük yeni mi? Hayır! Ama artık kokuyor. Bunu en çok dert edinmesi, buna karşı en çok mücadele vermesi gereken sözüm ona toplumun kendisini temsil ettiği yerde oturan asillikten çatlamış efendiler ise; bu ütopyanın içinde geçmişle şişire şişire büyüttükleri balondan asalet ve nezaketleriyle pekte rahatlar. O güzelim saçlarını böyle şeylerle ağartmaktansa, yaşayabildikleri kadar asil olarak yaşayıp, övünebildikleri kadar Çerkes olacaklar. İşte durum böyle genç kardeşim; artık karar senin kararın.. çünkü gelecek senin geleceğin... Ben artık toplumsal alanımızda kokmaya başlayan bu çürümüşlüğü yok sayarak, geleceğe miras bırakmak istemiyorum. Geleceğe; kadınına, doğasına, çevresine, komşusuna şiddetin normalleştiği bir Çerkesliği de bırakmak istemiyorum. Sende isteme kardeşim! Çünkü hiçbir insan, hiçbir toplum böyle bir geleceği hak etmiyor. Çerkesliğe gelince; Çerkeslik hiç kimsenin tekelinde değil, ama hepimizin sorumluluğunda. Eğer ayrışmak yerine birleşir, çatışmak yerine tartışırsak; doğru bir yol bulacağız. Eğer birbirimizi anlamaya çalışırsak, o yol yoksa bile o yolu açacağız. Bu çürümüşlüğe mecbur değiliz; ne ben, ne sen nede kimse! ne insanlık, nede Çerkeslik... Gel; el ele verelim ve şiddeti içimizden defedelim! 


Share:

Bozulan Kültür ve Direnen Çerkeslik

 



Bozulan Kültür ve Direnen Çerkeslik 


Küçük yaşlarda ailemin  gerek sosyal gerek ekonomik gerekçeler ile aldığı bir takım kararlarıyla ani ve hızlı değişen sosyal dokular içerisinde bulundum. Dünyanın bir mahalleden bir taşraya, bir taşradan bir şehre, bir şehirden bir büyükşehire akan ve sonra ülke denen sınırları da aşarak genişleyen düzlüğünde gezindim. Bütün bunlar olurken hem arkadaş çevrem hemde tanıyıp-adapte olmaya fırsat bulamadığım sosyal dokulardan geçtim. Bugün geriye dönüp baktığımda ise, bütün bu hayatım boyunca hem hayatımda hem düşüncemde ne çok değişimler olduğunu rahatça görebiliyorum. Ancak yine bugün geriye dönüp baktığımda değişmeyen bazı şeyleriminde kaldığını yazmak zorundayım. Bütün hayatım boyunca değişmeden üzerimde taşıdığım şeylerden birisi de elbette Çerkesliğimdir. Çerkeslik benim için hiçbir zaman düğünde kuru bir dansa, mutfakta bir lezzetli bir yemeğe, gereksiz bir övgüye, emeksiz bir tanıma uygun olmadı. Kuşkusuz bunda hem rahmetlik nenem Pihava Guga'nın, babam Apiş Hasan'ın, annem Albegte Hülya'nın katkısı çoktur ve yine Reyhanlı'dan bugün hayatta olan, olmayan; erkeğiyle-kadınıyla ve genciyle-yaşlısıyla o güzel insanların emekleri yadsınayamam. Düğününden cenazesine, kavgasından eğlencesine kadar herşeyin imece usülüyle toplumun iç içe girerek ve birlikte gocunmadan, erinmeden çalışıp üreterek çocukluğumuzda zihnimize inşa ettikleri Çerkeslik, küçük yaşlardan itibaren yaşadığım bütün sosyal ve ekonomik değişimlere direnerek bir yer edindi yüreğimde. İşte bu sebeple, ne ideoloji ne felsefe, ne din ne küreselleşme, ne siyaset ne de başka şeyler; Çerkesliğe olan yaklaşım ve mücadelemi değiştirmedi. Hayata bakış açım okuduğum her kitapta, dinlediğim her müzikte, yaşadığım her ilişkide yeniden inşa oluyorken, Çerkesliğim yüreğimde oturmuş bütün bu değişimlere karşı direniyordu bünyemde. Buna şaşıranlar, bunu görüp anlamayanlar, buna kızanlar ve sevinenler oldu elbette. İnsanı hep tek kimlikle görmek isteyenlere her zaman anlattım insanların bir çok kimliği olduğunu. Dinleyenler oldu, dinlemeyenler de. Görenler oldu, görmeyenlerde. Benimde elbet tek kimliğim olamazdı, beni anlamayanlarında tek kimlikleri yoktu, olmayacaktı. Hiç kimse tek bir kimlikle yaşayacağı bir dünyada değildi çünkü artık. İşte kendini tek bir kimlik altında göstermek isteyenlerin anlamadığı bundan başkası değildi. Oysa, her insan kendi geçmişine dönüp baktığında, ne çok değiştiğini görecektir. Elimizde olanıyla, olmayanıyla içerisinde akıp gittiğimiz bu yaşamda; zihnimizde ve yüreğimizde bir çok duygu ve düşünce olması o kadar normal ki; bunun olmaması anormal. Değişmek ayrı, bozulmak ayrıdır. Değişmek; eğer değişimi görerek ve değerlerimizi koruyarak mümkünse; değişmemekten daha iyidir. Ancak değerlerimizi çürüten, bizleri kalben ve zihnen hasta ederek dokunduğumuz yerleri de kirleten değişim; bozulumdur. Elbette değişeceğiz, değişmek zorundayızda; ancak bozulmamalıyız ve inanın bunu bugün ilk defa anlatmıyorum, bunu defalarca anlattım. Eğer üretmeden tüketiyorsak, bozuluyoruz. Bunu hayatın neresine koyarsanız koyun öyledir. Ben bunu Çerkesliğe koymayı, Çerkesliğe kafa yormayı ve evet değişerek ama Çerkes kalarak mücadele vermeyi anlatıyorum.  Tarihler değişiyor, nesiller ve araçlar değişiyor, doğrular ve yöntemler değişiyor; bizde değişmeliyiz. Burada önemli olan, bu değişimi Çerkes kalarak yapabilmek. Ben buna: "Geleceği örgütlemek" diyorum. Diyorum ki; gelin değişelim, değişimimize yön vererek, bize miras kalmış Çerkesliğimizi kendi zihnimize ve günümüze yine ve yeniden inşa ederek, z kuşağının kendisine yer açarak, bize dokunmasını ve bizim üzerimizden geçmişiyle buluşmasını sağlayarak; üreterek değişelim. Bizlere 21 Mayısı acıyla ve hüzünle inşa eden tarihe, 22 Mayısı örgütleyerek; mücadeleyle yanıt verelim. Artık mesafeler bize engel değil, bize en büyük engel; egolar! Gelin bu egoları ayaklarımızın altında çiğneyelim ve yarın için direnelim. 


Share:

Martin, Rusya, STK'lar ve Gençler... (kısa)

 

Biz Rusya’nın zulmünü ilk Martin’in davasında öğrenmedik. Martin’e yapılan zulüm; gördüğümüz onlarca, bildiğimiz yüzlerce ve yüksek ihtimalle bilmediklerimiz dahil binlerce zulmünden birisi. Aynı zamanda Rusya’nın hukuk kurumunu dahil adaleti tecelli eden bir yapıdan uzakta tutuşunun, adeta bir silaha çevirişinin tezahürü. Rusya’nın bir terör devleti olduğu; asayişi sağlamakla görevli kurumlarının çevirdiği kumpaslardan, cinayet dahil; suç üretip yasallaştırma gayretlerinden, sözde adaleti sağlamakla görevli olması gereken hukuk sisteminin üretilmiş suçla bir insanın yaşadığı; ölmek dahil bütün zulmü meşrulaştırma gayretinden belli.

 

Doğal olarak böyle bir terör ortamında, terörün devletleştiği yada devletin teröristleştiği ortamda; yaşamaya alışamayan-alışamayacak halklardan birisi olan Çerkesler  ve onca farklı halkın belki yaşadıkları travmaları bir şekilde vicdanlı Ruslara da anlatması gerekmektedir.

 

Onca yıldır soykırım yaşadıkları halde “intikam değil, adalet istiyoruz” diyebilecek insanlığı toplumunda örgütleyen Çerkeslere karşı yaptırımları “adalet yok, düşmanlık masada” tarzında ilerliyor. Sözüm ona Musa Anter’in “ başkasının kapısında” tarzında her defasında bu adalet arayışını farklı mecralara çekerek ve  kendi ayrıcalık ve imkanları herkesin elindeymiş gibi anlatarak (dahası aslında öyle olmadığını herkesten daha iyi bilen) tartışmaları uzay felsefesine çeviren, elektiriğini Rus faşizminden alarak zoraki parlatılan bazı aydınların ne Martin için, ne  Ahmet için fir faydasının olmayacağı açık.

 

O yüzden ya; artık onların seviyesine dönüp bakarak geri kalmaktansa; hatalı bile olsa ileri bakmayı denemek zorundayız.

 

Martin nedzinde (aslında Martin’den önceki bir çok dava dahil) hepimiz iyi anladık ki; bizim bizden başka kimsemiz yok. Bizim bize sahip çıkan bir örgütümüz yok, bizim bize cesaret veren bir kurumumuz yok, bizim bize güç veren eniştemiz, dayımız yok.

Biz varız ve biz bize yeteriz. Bizim dışımızdaki bir çok kişi; bizim bize yeteceğimizi unutturmak için var gibi.

Artık kurumlarımız, örgütlerimiz, aydınlarımız, yazarlarımız falan oturup bunca şeyler dönüyorken biz halkımızı neden örgütlemiyoruz diye düşünsünler. Gençlerle aralarındaki ilişkilerine de isim versinler! Kurumların gençliği örgütlemesi gereken yerlerde, gençler kurumları örgütlemeye çalışıyorken gördüğümde gözlerim yaşardı.

Gençlere tavsiyem ise; gidip izbe salonlarda balon milliyetçilikleriyle tarihten çala çala övünenlere benzemeyin. En kötüsü; birbirinizi örgütleseniz herşeye yetersiniz.

 

Share:

Çerkesmetreleriniz Almastı'yı mı ölçüyor?



Almastı isminde, ismini, cismini, manifestosunu da; ilgisiz-alakasız bir Çerkes sanal topluluğunda kendisine nefret saçılırken öğrendiğim bir kadın hareketi var.. Günlerdir sosyal medyada cadı avına çıkılıp; sadece kendisini Almastı ilan edenlere de değil ve hatta sadece Almastı’yı destekleyenlere bile değil; Almastı’ya karşı nefret hissetmeyenlere, nefretlerini kusmayanlara yönelikte bir cadı avına çıkılıp içinde ismimde olan bir listeyle sözüm ona bazı beyler-paşalar bizi Çerkeslikten aforoz edecekler.


Lafın kısası yine nereden ve ne hakla ellerinde olduğunu bilmedikleri Çerkesmetreleri ile soytarılık peşindeler.


Kendimi tutayım tutayım diyerek ve işin açıkçası bu nefret abidelerini çokta tınmayarak geldiğim şu günlerde, haliyle içinde ismiminde geçtiği bir liste yüzünden yine sanal kabadayıların sanal zorbalıklarına uğruyorum. 


Ben uğrarım sorun değil…


Çünkü Çerkesler içinde Çerkesliğin ismi hariç hiçbir nasibini alamamış olmasına rağmen atasından soy çalarak Çerkes olmuş ve dahası işte bu zahmetsiz, emeksiz, direnişsiz, mücadelesiz elde ettikleri Çerkesliğinden başka hiçbir övünecek yanı olmayan, olmamış karaktersiz kimseler benim Almastı ile tanıdığım kişiler değil. Yine bu kişilerin bırakın Almastı Çerkes Kadın Hareketini anlamayı, Çerkesliğin Türk-İslamcılık dışındaki varlığıyla ilgili zerre-i miskal bilgileri yok ve onların korumaya çalıştığı kendi içi boş, bilgisiz, beceriksiz, absürt egolarından başkası değil.  Bu kişi kimseleri; farklılık düşmanı. Farklılığın ne olduğunun bile bir anlamı yok!


Zaten özellikle yukarıda anlattığım kimselerin benim için hiçbir değeri yok. Yıllarca düşmanlıklarına uğradım, yıllarca nefretlerini okudum bu kişilerin. 


Ancak benimle aynı fikirde yada değil; ancak genç bazı arkadaşlarında hedef kitlesine konulması, sanal zorbalığa uğruyor olması gerçekten beni üzen en büyük şeylerden birisi. Bu gençlerin Çerkeslik alanı içerisinde bulundurulması ve toplumsal dinamiğimize kazandırılması gerekiyorken; işte yukarıda bahsettiğim bu sanal kabadayıların yaptıkları ve ilginç bir yobazlık ile bu sanal kabadayıların zorbalıklarına toplumun sessiz kalıyor olması onları giderek Çerkesliğin dışına itiyor. 


Söz konusu Almastı’ya gelirsek…


Almastı’nın anlattığı bir çok şeyi bu dünyada yaşayan, bu coğrafyada bulunan ortalama zeka birisi olarak tek tek savunabilirim. Ama ne gerek var? Çünkü onlar kendini savunacaklar. Haklı eleştiriler ile gelişecek, giderek toplum ile aynı dili konuşmaya başlayarak savundukları ne varsa toplumun anlayacağı dille zaten topluma anlatacaklar. Giderek değişen sadece köylerimiz, şehirlerimiz, evlerimiz, kıyafetlerimiz, telefonlarımız değil. Bunu hepimiz görüyoruz ancak azımız anlıyoruz. Ancak değişen sadece Çerkeslikte değil; dünya değişiyor. Değişen bu dünyada hem kolaylıklar hem zorluklar, hem iyilikler hem kötülükler var. İyi olanı tutup kötü olanla mücadele etmesi gereken biz değiliz sadece. Kendi ailemize bakarak, kendi komşumuza, köyümüze, şehrimize bakarak bunu görebilecekken; şimdi asla sahip olmadığımız maziye bakarak birbirimize nefret mi kusuyoruz?

Kimden neyi saklıyoruz? En önemlisi de niye saklıyoruz!?



Bugüne kadar babasının soyundan çalarak elde ettikleri hariç hiçbir Çerkesliği olmayan, mücadelesi bulunmayan, vizyonsuzların fitnesiyle-fesatıyla; nefret makinesine dönüşerek farklılıkları ezmeye çalışan; elleri kirli, dilleri kirli, zihinleri ve yürekleri kirlilerin gençleri Çerkesliğin dışına öteleyen tutumuyla mı savunacaksınız xabzeyi?


Bütün gün kendinizi izleyin, ailenizi izleyin, şehrinizi izleyin; savunduğunuz xabzenin neresinde duruyorsunuz Allah aşkına?


Siz kendinizin bile nasıl değiştiğinin farkında değilken, toplumun nasıl değiştiğini göremiyorken; bu değişimi tartışacak kadar yürekli olamıyorken; neye karşısınız?


Sizin yaptığınız Almastı’yı eleştirmek mi? Yoksa linç etmek isteyip - edemeyip; küfür etmek mi?


Sizde ellerinizi, dillerinizi, zihniyetinizi, ve yüreğinizi kirletmekten korkmuyorsanız, sizde, sizin xabzenizde, çerkesliğinizde kirlenmiş demek benim için.


Bu kadar pisliğin içinde, pisliğe karşı çıkmak; bu yüzden bir adı bir listede bulunmak bana şahsen gurur veriyor.





 

Share:

Çerkeslere kahramanlar devşirmek



Düzenli aralıklarla Çerkeslerin tarihine iliştirilip bir tartışmaya yol açan ancak Çerkes tarihiyle ve bazende Çerkeslerle doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bazı tarihi önemli şahsiyetler oluyor. Biz Türkiye diasporasındaki örneklerden birisi “Çerkes Ethem” şahsiyetidir mesela. Ethem beyin Çerkesliği de ne yazık ki ancak “hainliği” kadardır. Peki Ethem bey gerçekten Çerkes midir? Bu sorunun cevabı “Çerkes kimdir?” sorusunun içinde saklıdır. Türkiyeli Çerkeslerin kürsü hakkı, söz hakkı, temsil hakkını bir şekilde elinde tutanların büyük bir bölümü ne yazık ki “Çerkes kimdir?” sorusunun düpedüz açık olan cevabını vermemek ve hatta vermek isteyenleri susturmak için olan çabalarıyla, zaten kimliğiyle arasına yüzyıllık savaşlar, soykırım ve sürgünler dolarak kendisine yabancılaşması için her türlü felaketin yaşandığı Çerkes halkını iyice kendine yabancı hale getirdiğinden, Çerkesler kim olduklarını anlayamıyor ama; Ethem beyin Çerkesliği de tıpkı hainliği gibi pek kıymetli bir yalandan ibarettir. Ethem beyin genetik soyundan çaldığı Çerkesliği, onu Çerkeslik için bilinmesi gereken önemli bir şahsiyet yapamaz. Onu bizim tarihimize sokan tek nedeni; Türkiye iktidarı kurulurken; meydan savaşları bitip, masa savaşları yaşanırken cephedeki askeri başarısını masadaki siyasi mücadelesinde sürdürememiş olması ve sonucunda onun bu yenilgisinin Çerkes milletini Çerkeslikten utandırmak üzerine bir kampanyaya dönüştürülmesidir. Yani; Ethem beyin Çerkesliği, hainliği kadardır. Onu bizim tarihimize Çerkes diye iliştirenler, aynı zamanda onu vatan haini ilan edenlerinde ta kendileridir. İktidar ile masa savaşı vermeyen ve en az Ethem kadar Çerkes olan diğer genetik Çerkeslerin bugün Çerkes olarak anılmıyor olmasıda zaten bunun belgesidir.

Yaşadığımız diasporanın bize dokunmuş bu tarihiyle konuyu biraz daha anlamlandırabileceğime inandığım için yukarıda Ethem’in Çerkesliğinden biraz söz ettim. Ancak asıl anlatmak istediğim o değil, Şeyh Şamil’dir. Çerkes tarihine birileri tarafından öyle ulvi ve kutsal bir lider olarak iliştirilmektedir ki, bu konuyu ele almanın zamanı geldi.

Daha önce kişisel blogumda yazdığım “Dağ Yahudileri ve Yahudi Çocukları Kurtaran Müslüman Çerkesler” başlıklı yazımdaki “ Yahudilerin Kafkasya’daki varlığı çok eskidir. Kafkasya bölgesi insan tarihinin başından bu yana birçok halk için bir kavşaktır. Bu bölgeden geçmemiş bir halk olmadığı bile söylenebilir. Hazar denizinin batı kıyısı, Orta Avrasya ve Ortadoğu arasında seyahat etmek isteyenler için Kafkasya önemli bir yoldur.” bölümüyle başlıyorum.

Şeyh Şamil’i anlatmak için ilk başta İslam dininin Kafkasya bölgesine girişiyle ilgili kısa bir giriş yapmak gerekir. Daha sonra ise elbette Şeyh Şamil dahil tüm gazavat önderlerinin mensubu olduğu Nakşıbendi tarikatının Kafkasya’daki varlığını mercek altına alabilmek önemlidir.

Kafkasya’nın sosyo-kültürel yapısını dışarıdan etkileyen bir çok kavim ve medeniyet vardır. Savaş yada ticaret yoluyla Kafkasya’dan neredeyse geçmeyen tarih kalmamıştır. Eski anadolu ve mezopotamyalıar, Yunanlar, Romalılar, Cenevizliler, Kimmerler, İskitler, Hunlar, Alanlar, Hazarlar… 8nci Yüzyılda Ebu-Müslim önderliğindeki Araplar, Hazarlar’a karşı saldırmış ve bazı kısımlarını ele geçirmişti. Ancak kısa sürede Arap ordularına karşı koyarak onları püskürten Hazarlılar, Arapların beraberinde getirdiği İslamiyet’in Kafkasya ve Doğu Avrupaya yayılmasını engellemiş oldular. İşte bu saldırı ve karşı koyma arasında bazı Arap gruplarının Dağıstan’da kalarak buraya yerleşmeleri sonucu İslamiyet 8nci yüzyıldan itibaren Dağıstan’da yayılmaya başladı. Lezgilerin bir kısmı 8nci yüzyılda müslüman olurken, Çeçenlerin bir kısmı 10-11nci yüzyılda müslüman olmuştu. Bunu 13ncü yüzyılda Akuşa’lar, 14ncü yüzyılda Dargılar izledi.
Dağıstan ve Çeçenistan’ın aksine, Çerkesya’da ise islamiyet 15-17nci yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu ve Kırım Hanlığı vasıtasıyla yayılmaya başlamıştır. 1404 yılında Kafkasya’da bulunan Avrupalı Başpiskopos Johannes’in bildirdiğine göre Karadeniz kıyısında yaşayan Çerkeslerin Yunan dinini benimsedikleri, kiliseleri, ikonları ve yortularının Yunanlıların ki gibi olduğu anlaşılmaktadır. Galonifontibus’un verdiği bilgilerden 1404 yılında Karadeniz kıyılarında yaşayan Çerkeslerin hristiyanlığı kabul ettikleri ancak eski putperest-pagan inançlarının halk arasında çok canlı bir biçimde yaşadığı anlaşılmaktadır. 16ncı yüzyılda ise Osmanlı arşivindeki Mühimme defterlerinin 32. cildinin 383 numaralı ve 6 Recep 989/ 6 Ağustos 1581 tarihli hükmünde Besleney ve Temirgoy prensinin hristiyan, Kabardey prenslerinin ise müslüman oldukları bildirilmektedir. 17nci yüzyıl ortalarında Kafkasya’da Çerkesler arasında bulunan Evliya Çelebi ise Çerkesler hakkında şu bilgiyi vermektedir: “Kafir ve müslüman değillerdir. Kendilerine kafir deseler kızarlar, behey müslüman desen göz yumarlar. Haşır ve neşri inkar ederler... Çerkeslere kafir desek aman vermeyip öldürürler. Lailaheillallah derler. Ama semiz domuzları kuyruğundan yerler. Oruç tutmazlar, namaz kılmazlar”.
Ancak Çerkeslerin İslamlaştırılması konusundaki en etkili rollerden birini kuşkusuz Ferah Ali Paşa isimli Osmanlı Valisinin, Anapa’yı karargah tutarak başlattığı çalışmalar yarattı. Tabii az sonra yöntemlerine değineceğimiz Kırım Hanlığı’nında Çerkesler içinde İslamlaştırma çalışmalarıda önemliydi. İslamiyetin Çerkesler arasında henüz toplumsal bir kabul görmediği 17-18. yüzyıllarda hukuk davaları geleneksel hukuka, örf ve adetlere göre çözülüyordu. 19. yüzyılda islamiyet Kabardeyler dışında Çerkes kabileleri arasında pek yaygın değildi. Çerkes toplumunda müslüman ulema sınıfı henüz oluşmamıştı. Din adamları Çerkesler arasında sayı ve sosyal etki açısından önemli bir tabaka meydana getirmemişlerdi ve o dönemde Dağıstan ve Çeçenistan’da olduğu gibi toplumsal güce sahip değillerdi. Çerkeslerin çoğu şeriat kurallarından ve ibadetlerden uzaktılar. Bir Rus yetkilisinin Kafkasya’dan Moskova’ya gönderdiği raporda şöyle deniyordu: “Çerkesler Muhammed peygamberin dinindendirler, fakat dine pek önem vermezler. Hele Lezgi ve Çeçenler’de olduğu gibi, hiç şeriat tutkunu değildirler”. (Kasumov 1995: 32) Karaçaylara gelince ise 1890’lı yıllarda Karaçay’da bulunan N. Aleksandroviç Ştof şu notu düşmüştür. “17. yüzyıl başındaki savaşa kadar Karaçaylılar derin dağ vadilerinde putperest olarak yaşamışlar. Kırım Hanı Kafkasya’da islam dinini yaymak için iki bölük asker göndermiş. Zelençuk ırmağı kıyısındaaki Çerkes köylerini islam dinine sokmuşlar. Kuban ırmağının başında ise şimdiye kadar hiç kimseye boyun eğmeyen Karaçaylılara rastlamışlar. Yurtlarını, hürriyetlerini korumak için Karaçaylılar “Marca” adlı kutsal putlarından güç alarak düşmanlarına karşı koymuşlar. Kırım Hanı’nın askerleri islamiyeti Karaçay’a zorla kabul ettiremeden geri dönmüşler. İslamiyet ancak 18. yüzyıl sonunda Karaçay’a girmiş”. (Şamanlanı 1987: 166) 18nci yüzyılda ise Kırım Hanlığı gibi askerler vasıtasıyla değil, Kabardeyler vasıtası ile tanıyıp kabul ettiler. İslamiyeti Karaçay’a 1782 yılında Kabardeylerin Abuk soyundan İshak Efendi adlı bir din adamı getirdiği bilinir, ancak Karaçayların yinede İslamiyeti sadakatle tutmadıkları gözlenir. Karaçaylar arasında islamiyetin yayılmasında en etkili rolü yine Dağıstan’dan gelerek Karaçay-Malkar halkına islamiyeti öğreten Kumukluların önemli rolü olmuştur. 18. yüzyılda Dağıstan’dan Karaçay’a gelen Kumuklu Aliy adında bir din hocası Karaçaylılara islamiyeti öğretmek amacıyla Karaçay’ın Kart Curt köyüne yerleşmiş ve onun soyundan bugün Karaçay’da Aliy adında bir soy meydana gelmiştir.

İslamiyetin Kafkasya’nın batısındaki Çerkes ve Karaçay-Malkar halkları ile doğusundaki Çeçen-İnguş ve Dağıstan halkları üzerindeki etkileri farklı olmuştur. İslamiyetle henüz 8. yüzyılda Araplar vasıtasıyla tanışan ve daha sonraki yüzyıllarda islamiyeti peyderpey kabul eden Dağıstan ve Çeçen-İnguş halkları şafi mezhebine dahil olurlarken, islamiyeti 17-18. yüzyıllarda Osmanlılar ve Kırım Hanlığı vasıtasıyla tanıyıp kabul eden Çerkes, Abaza ve Karaçay-Malkarlılar hanefi mezhebine girmişlerdir.Dağıstan ve Çeçenistan’da Kafkasyalıların bağımsızlık savaşı dini bayrak altında, müridizmin dini ideolojisi çatısının altında sürerken, Batı Kafkasya’da bu mücadele farklı şartlarda gelişerek değişik bir tablo çizmiştir.
Kafkasya’nın doğusundaki yani Çeçenistan ve Dağıstan’daki savaşın dini bir ideoloji çatısı altında sürmesinin nedeni Nakşibendi tarikatıdır.

Nakşibendiler 18nci yüzyılın sonlarında Şirvan yolu üzerinden Dağıstan’a geldiler ve 19ncü yüzyılda Çeçenistan ve bazı Batı Kafkasya bölgelerine yayıldılar. Ancak Nakşibendiler hiçbir zaman Çerkesya’da güçlü bir varlık gösteremediler. 1785 yılında Şeyh Mansur’un ““Ey halk; gaflet ve tembellik içinde olmayın. Günah işlemekten, tütün içmekten kaçarak tövbe edin. Mücadeleden kaçınmayın. Başkasının aleyhinde konuşmaktan kaçının. Af edin. Teshil-i teehhümedin, tasadduğa davet edilince gelin… Boş yere bağırıp çağırmayın. Cihada koşun.1” diyerek seslenen beyannamesi ile Çeçen-Dağıstan bölgesinde bugün Rusların “Müridizm” olarak isimlendirdikleri Gazavat hareketi başlamış oldu. Hatta Çeçen-Dağıstan bölgesinde kısmende olsa İslam ideolojisi altında Rus yayılmacılığına karşı birlik oluşturdu. 1785 yılında Rus kuvvetlerini Elda’da yenilgiye uğrattı. Rusların yine aynı yıl toplanarak tekrar saldırdılar ancak yine kaybettiler. 30 Ekim 1785 yılında bu defa karşılarındaki düşmanı ciddiye alarak takviye ile gelen Ruslar Tatartub savaşında Şeyh Mansur’un birliklerine büyük bir darbe vurdu. Şeyh Mansur bu darbe sonucunda geri çekilmek zorunda kaldı. 1786 yılında Çerkesya’nın Küçük Kabardey bölgesinde, Çerkesler ile birlikte Rus birliklerine karşı mücadelede yer aldı. Bu mücadele başarılıydı, ancak Şeyh Mansur bu tarihten sonra 1787 yılındaki Osmanlı-Rus savaşına kadar hiçbir faaliyette bulunmamıştır. Şeyh Mansur’un faaliyette olmadığı bu dönemde Çerkesler, Batı Çerkesya’daki Rus ilerleyişine karşı hep mücadele içinde olmuştur. Çerkeslerin Rus ilerleyişine olan direncinin kırılması ve Rusların Anapa ile Tsemez’i ele geçirip Kuban’ın güneyine doğru inmeye başlamalarıyla Şeyh Mansur tekrar harekete geçmiş ve 1789 yılında Ruslara ağır bir yenilgi yaşamasındaki yerini almıştır. Ruslar bu yenilgiyle birlikte Anapa önlerinden çekilmek zorunda kalsada, 1791 yılında Anapa’ya tekrar saldırmışlardır. Bu saldırıda Şeyh Mansur esir edilmiş ve 1794 yılında kimi kaynaklara göre ağır işkence altında öldürülmüş, kimi kaynaklara göre doğal yollarla ölmüştür. Ancak şunun altınıda önemle çizmek gerekir ki Şeyh Mansur’un bu savaşta, Çerkeslerden daha çok 1787’de başlayan Osmanlı - Rus savaşında Osmanlıların ve Osmanlının Anapa kalesinin savunmasında bulunmuştur. Zaten bu savaşta esir edilmesinden sonra Osmanlı hükümeti Şeyh Mansur’un serbest bırakılması için çok uğraşmış ancak Çariçe’yi ikna edememiştir. Şeyh Mansur’un esir edilmesi ve 3 yıl sonra ölmesinden sonra Nakşibendiler 1820’li yıllara kadar bölgede hiçbir faaliyet yürütmemişlerdir. 1820’lerin sonunda tekrar Şirvan’da ortaya çıktılar ve Dağıstan’da hızla yayıldılar. 1829 yılında Gazavat’ın yeni imamı Gazi Muhammed oldu. 1830’da Hunzah’ta Ruslara karşı çarpışmasında çok ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldı. 1832 yılında Gimri’deki Rus saldırısı sonucu ölümüne kadar Ruslara karşı küçük çaplı saldırılarda bulunmuştur. 1832 yılında Gazi Muhammed’in ölümüyle birlikte Gazavat’ın yeni imamı Şeyh Hamzat olmuştur.. Hamzat’ın ilk hedefide Hunzah olmuştur. Dağıstan’ın Avar bölgesindeki Rus nüfuzunu kırmak maksadıyla Hunzah şehrini kuşatmış ve Rus yönetimiyle iyi ilişkilerde bulunan Hunzah yönetimine son vermeye çalışmıştır. Hunzah kuşatmasında, Humzah Han’ının annesi Bahu Bike; oğullarını Hamzat ile görüşmek üzere göndermişse bile Hamzat Rus işbirlikçisi olarak gördüğü bu hanı ve yönetimini ortadan kaldırmış ve şehrin yönetimini ele geçirmiştir. Ne var ki Şeyh Hamzat; 1834 yılında şaibeli bir suikast sonucu öldürülmüştür. Onun ölümüyle birlikte; 49 yıl önce Nakşibendi tarikatının Şeyh Mansur ile başlattığı gazavatın başına Şeyh Şamil geçmiştir. Şeyh Şamil gazavatın başına geçtiğinde 37 yaşındaydı. Gazavat ise Şeyh Şamil doğmadan 12 yıl önce başlamıştı. Şeyh Şamil’in aksine bütün Gazavat liderleri savaşın içinde ölmüşlerdi. Üstelik Şeyh Şamil’in gazavat lideri olduğu zaman ilk işi kendisinden önceki gazavat liderleri gibi Rus askeri yayılmacılığına karşı mücadele etmek değildi, Dağıstan halkını şeriata riayet ettirmekti. Bu bağlamda bölgedeki Rus Generali Klug von Klugenav’a amacını bir mektupla belirtmiş ve bahsi geçen mektupta; “Kendi Müslüman kardeşlerim arasında şeriatı yaymaktan başka arzum ve başkaca aradığım bir şey yoktur. Kendi istekleriyle şeriatı kabul edenleri ben güzellikle bırakırım. Kabul etmeyenlere zorla onu kabul ettiririm. Ümit ediyorum General, benim barış işlerimi sen de tasdik ediyor ve bunların neticelenmesini istiyorsundur. Ama general bu doğrultuda benim sana inancım sarsılıyorsa benim davamla senin davan çatışmadan durmayacaktır.” ifadelerini kullanmıştı. Netekim Rusya’nın Dağıstan’daki askeri faaliyetlerinin artması ve barışçıl bir yol izlememesi üzerine Şeyh Şami kısa sürede cihad ilan ederek Çeçenistan’a çekildi. Ensal’da Ruslar ile işbirliği yapan grupların, kendisinin çekildiği yerle ilgili Rus ordusuna istihbarat verdiği bilgisini edinen Şeyh Şamil, Rus ordusunu başarılı bir şekilde pusuya düşürerek ağır kayıplar verdirdi. Ancak bölgedeki kırılganlık karşısında daha sert politikalar uygulamaya başladı. Bu anlamda Çeçen köylerine girmiş ve kendisine biat etmeyen gruplarla mücadele etmiştir. Aynı zamanda Hunzah halkından olup Urutalılara yardıma gelenlerle çarpışmıştır. Daha sonra Andilel, Tıhnusulel ve Çerbilel, Burjuna geçmiş bölgede kendisine biat etmeyen hareketler ile mücadele etmiştir. 1837 yılına gelindiğinde Ruslar tarafından Hunzah köyü işgal edilmiş ve burada bir kale yapılmıştır. Yine İkic, Zatnuh, Huzal, Girgeb, Zeran, Belegun, Muksuh ve Gimre köylerinde de kaleler inşa edilerek köyler işgal edilmiştir. Yaşananlar üzerine Şeyh Şamil kuvvetlerini alarak sarp mevkilere sahip olan Ahulgoh köyüne gitmiş, etrafı tahkim ederek buraya yerleşmiştir. Netice olarak Ruslar ile yapılan çarpışmalarda iki tarafta nihai bir başarı elde edememiştir. 1838’de Rusların tekrar Ahulgoh köyüne doğru yöneldikleri haberini alan Şamil, Irgan köyüne doğru harekete geçmiş, bu mevkide Ruslara karşı direnerek ilk başlarda başarı sağlayabilmiş fakat çarpışmalar neticesinde mağlup olarak geri çekilmiştir. Irgan yenilgisinden sonra önce Çirukta’ya, oradan da Ahulgoh’a çekilen Şamil, kendisine karşı olan Ensallılarla mücadelelere devam etmiştir. Şeyh Şamil durmaksızın mücadelelere devam ederken Ruslar da Ahulgoh köyünü muhasara altına alabilmişlerdir. Bu muhasara sonucunda Şamil’in oğlunu rehin almak şartıyla anlaşma teklif eden Rusların bu isteği kabul edilmek zorunda kalınmış ve Şeyh Şamil oğlu Cemaleddin’i Ruslara rehin olarak göndermiştir. Aldıkları rehineyle yetinmeyen Ruslar, Şamil’in teslim olmasını istemişlerse de, asla teslim olmayacağını belirten Şeyh Şamil direnişini sürdürmüştür. Taraflar arasında yaşanan şiddetli çatışmalar sonucunda Şeyh Şamil maiyeti ile birlikte Ahulgoh köyünden çıkmayı başarabilmiştir. Ahulgoh çarpışmalarında oğlu Cemaleddin’i rehin olarak vermek zorunda kalan Şamil aynı zamanda büyük kayıplar vermiş, bir oğlu, ablası ve kesin olmamakla birlikte eşi de bu çarpışmalarda şehit düşmüştür. Uğradığı ağır kayıplardan sonra geri çekilen Şeyh Şamil, sıkıntılı bir süreç ve zorlu bir yolculuktan sonra az sayıda kalmış olan müritleriyle birlikte Çeçenistan ormanlarına ulaşmayı başarmıştır. Rus Çar’ının kendisine gönderdiği barış teklifini şu şekilde reddetmiştir:

“Ben, Kafkas Müslümanlarının hürriyetlerine kavuşması için ilaha sarılan gazilerin en aşağısı Şamil, Allahü Teâlâ’nın himayesini, Çar’ın efendiliğine feda etmemeye yemin eden, özü sözü doğru bir Müslümanım. Çarla görüşmek üzere, beni hala Tiflis’e çağırıp duruyorsunuz. Davete icabet etmeyeceğimi bildiriyorum. Bu yüzden fani vücudumun parça parça kıyılacağını ve hayatımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem, kararımı asla değiştirmeyeceğim. Savaşacağım… Cevabım bundan ibarettir. Nikola’ya ve kölelere malum ola…”

4 Ekim 1853’te Kırım Savaşı’nın resmen başlaması Osmanlı Devleti’nin Kafkasya ile ilgilenmesini zorunluluk haline getirmiştir. Sultan Abdülmecid Şeyh Şamil’e 9 Ekim 1853’te bir ferman göndererek onu Ruslara karşı cihada çağırmış, Şeyh Şamil’de bu çağrıya 13 Aralık 1853 tarihli bir mektupla cevap vermiştir. Mektubunda Tiflis üzerine bir askeri harekâta girişilirse Rusların Kafkaslardan çıkarılabileceğini belirtmiş ancak Osmanlı Devleti içinde bulunduğu zor şartlar sebebiyle bu teklifi uygulamaya geçirememiştir. Buna karşın Osmanlı Devleti 1854 mayısında Dağıstanlı Halil Bey’in teklifiyle Şeyh Şamil’e “Dağıstan Serdar-ı Ekremi” unvanını vermiştir.

Kırım Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Rusya bütün kuvvetlerini Kafkasya’da toplamış ve Osmanlı Devleti ile İran’dan gelen bütün ikmal ve silah yollarını kesmiştir. Bunun yanında Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Eflak-Boğdan ve Karadağ’da çıkan isyanlar gibi birçok iç ve dış mesele ile uğraşan Osmanlı Devleti,Dağıstan Serdar-ı Ekremi’nin destekleyememiştir. Rusya Çeçenistan üzerine yürümüş ve iki yıl süren bir direniş sonucunda Çeçenistan Rusya’nın eline geçmiştir. Şeyh Şamil uzun süren kanlı çarpışmalardan sonra Gunup Dağına çekilmek zorunda kalmıştır. Yanında bulunanların çoğunun ölmesi ile birlikte artık yapılacak bir şey kalmamış ve netice olarak elçiler aracılığı ile bir anlaşma yapılma yoluna gidilmiştir. 1859’da Şeyh Şamil ve ailesi Rusya’nın esiri olmuş ve kendilerine misafir gibi davranılmıştır. Prens Baryatinsky’nin karargâhına götürülen Şeyh Şamil ve oğulları saygıyla karşılanmış, ertesi gün de Temirhanşura’ya, Temirhanşura’dan Saint Petersburg’a, oradan da Kaluga’ya götürülmüşlerdir. On yıl sonra 1869’da kendi isteği ile Kiev’e gönderilen Şeyh Şamil, Çar II. Aleksander’dan daha önce de dile getirmiş olduğu Osmanlı Devleti’ne ve oradan da Hacca gitme isteğini yinelemiş, Çar da bu defa: “Bize karşı silah kullanmayacağınızı vaad ederseniz ala, dediğiniz gibi olsun.” Diyerek bu isteğini kabul etmiştir. Şeyh Şamil Rusların müsaade etmesi üzerine 31 Mayıs 1869’da İstanbul’a gelmiş, aynı gün Sadrazam, Şeyhülislam ve Dâhiliye Nazırını ziyaret etmiştir. Devlet erkânı ile yaptığı görüşmelerden sonra padişah ile de görüşmek isteyen Şeyh Şamil, 15 Ağustos 1869’da Sultan Abdülaziz tarafından Dolmabahçe Sarayı’nda kabul edilmiştir. 15 Ocak 1870’te Sultan Abdülaziz’e veda için ziyarette bulunan Şeyh Şamil, 25 Ocak’ta İstanbul’dan hacca gitmek üzere ayrılmıştır. Hacdan sonra 4 Şubat 1871’de 74 yaşında Medine’de ölmüş ve orada defnedilmiştir.

Şeyh Şamil’in buraya kadar Çerkesler ile ilgili hiçbir ilişkisi olmadığı çok açıktır.
Kaynakların verdiği bilgilere göre Çerkesler, kendilerine naip gönderilmesi için İmam Şamil'e defalarca başvurdular. General Vorontsov'un General Çernışev'e yazdığı 8 Kasım 1847 tarihli mektupta "Eylül (1847) sonunda Kubanlılar şeriatı yaymak ve hükümetimize karşı askeri faaliyetlerde onları yönetmesi için kendisine yakın Çeçenlerden veya Lezgilerden birini naip olarak göndermesi ricasıyla Şamil'e bir heyet yolladılar" deniyordu (AKAK X 590). Birkaç girişimden sonra Abadzehler Şamil'e ulaşmayı ve isteklerini iletmeyi başardılar. Şamil temsilcilere, böyle zor bir görevi yerine getirmeye muktedir, güvenilir biri olmadığını gerekçe göstererek ret cevabı verdi. Abadzehlerin kendisinden naip alma konusunda ısrarlı olduklarını görünce, yardımcısı Mirza Amir Han'a Kuban'a gitmesini teklif etti, fakat Amir Han bunu kabul etmedi (AKAK XII 1522). Görüşmeler sırasında orada bulunan Muhammed Emin, büyük sorumluluk gerektiren bu görevi üzerine almaya hazır olduğunu bildirdi. Muhammed Emin bir kaç açıdan dolayı Çerkesya mücadelesi içerisinde bulunmuş birisidir ve 11 yıl boyunca yok sayılmayacak çalışmalar yapmıştır. Yaptığı çalışmalar tüm Çerkesler içerisinde kabul görmemiş olsada ve hatta bu durum kendisini çok zorlamış olsa bile; tarihi bizim tarihimizdir. Çerkes tarihi içerisine gazavattan bir önder çıkarılacaksa bu Şeyh Şamil’den daha çok Muhammed Emin’in hakkıdır. Ancak şurası unutulmamalıdır ki Çerkeslerin vatanlarını savunması 1763 yılında başlamış ve 1864 yılında çok acı bir şekilde sona ermiştir. Muhammed Emin ise Çerkesya’nın bir bölümüne 1848 yılında gelmiş ve mücadeleye katılmış 20 Kasım 1859 yılında ise General Filipson'la yaptığı görüşmelerden sonra, ömür boyu yıllık 3 bin ruble maaşla ödüllendirilerek savaştan çekilmiştir. Yani Çerkesler Gazavat Çerkesya’ya gelmeden 85 yıl önce savaşa başlamış, gazavat’ın lideri teslim olduğundan, naibi yıllık 3 bin ruble maaşla ödüllendirileceği bir çekilmeden sonrada 5 yıl vatanlarını savunmaya çabalamışlardır. Gazavatsız 90 yıl boyunca Ruslara karşı savaşan Çerkesler, bu savaştan kendilerine bir lider çıkaracaklarsa 25 yıl savaşın sonunda Ruslara teslim olup Hacca giderek ölen Şeyh Şamil’den yada 11 yıl Çerkeslerle olup yıllık 3 bin ruble maaşla savaştan çekilen bir Muhammed Emin’den çok daha kutsal ve önemli liderler çıkarabilirler.
Share:

Hep siz yaratmak / Jıneps Temmuz



Toplumumuz kendine küçük-küçük, irili-ufaklı bir çok cemiyet kurmuş ve her bir cemiyetin ayrı bir Çerkesliği yaşıyormuşçasına, ayrı ayrı konulara, toplumumuzun en büyük sorunlarıymış gibi yaklaşım gösteriyor olmasından dolayı yazıyorum bu ay.


Bizim sorunumuz nedir biliyor musunuz?
Bizim sorunumuz daha biz ol(a)madan “siz” yaratmak. Bizi bul(a)madan, sizi icat etmek. Bu önemli sorun çünkü bir türlü olmayan “bizler” sürekli “sizleri” tartışıyoruz her mecrada.  Bakmayın şu alemde her yere yazılan “biz” kelimesine. Tek başına biz olandan tutunda, 3-5-10-100 kişiyle biz olana bakmayın. Böyle biz mi olunur yahu! Biz dediğinin temel bir doğrusu olur, bu temel doğrusu içinde sağı olur, solu olur.. erkeği olur, kadını olur.. büyüğü olur, küçüğü olur.. cahili olur, aydını olur… kavgası olur, barışı olur… hepsi birbiriyle mücadele halinde olur, ama hepsinin birbiriyle olan mücadelesinde bile temel doğruyu büyütmek ve güçlendirmek gibi bir amacı olur.
Oysa biz sürekli küçülmekteyiz
Var mı? Yok.
Eline kalem değen, kendini “biz” kabul ettirmek için sürekli bir “siz” yazıp duruyor. Daha “ben” olamamış kişilere: daha bu dünya için, kendi ailesi için, kendi geleceği için doğru karar verecek, düşünecek yetisi olmayan kişilere: “siz” demeyi öğretiyorlar.
İşte bu yüzdendir ki: Dünyanın diğer halklarında olduğu gibi iyisi ve kötüsüyle, eğrisi ve doğrusuyla oluşan “BİZ”, Çerkeslerde YOK. Çerkeslerde iyisiyle, kötüsüyle, eğrisiyle, doğrusuyla hep SİZ var.
Bir Çerkes toplumsal alanda kendini “ben” olarak var edebilmek için hep “sen” diye hitap eder bir ötekine. Ben bunları başardım, bunları ortaya koydum, bunun sağlanmasında katkılarım oldu demez! Bunlarla “ben” olmak zordur. O da “ben” olmanın bir diğer yolunu seçer: sen hiçbir şey başaramadın, sen ortaya hiçbir şey koymadın, hiçbir şeyin sağlanmasında katkıların olmadı deyiverir. Yani “sen yoksan; ben varım”
Oysa sen varsan, ben varım. Ben varsam, siz varsınız. Siz varsanız, biz olmalıyız. Ancak bu benliğin, senliğin, bizliğin ve sizliğin ortak bir birliği olmalı. Toplum olmak böyledir. Toplum; kişilerin aileleri, ailelerin kültürleri, kültürlerin dilleri, dillerin milletleri yarattığı bir yerde durur ve emin olun aynı aileyi oluşturan kişilerin bile arasında doğal bir mücadele, doğal bir çatışma hep olur. Ancak temelde bu; aile de bir “siz” yaratmak için değil, aileyi bir tutmak için önemlidir.


*

Ben küçük bir Çerkes iken hatırlıyorum da arkadaşlarımızla hep sülalelerimizi yarıştırırdık. Herkesin kendi sülalesi kendine en iyiydi, ama kimse kendi sülalesinin en iyi olduğunu kanıtlamak için sülalenin topluma katkısını konuşmazdı, diğer sülaleyle (veya sülaleye mensup bir kişiyle) ilgili o zamanlar doğru saymamayı öğrettikleri (uyuşturucu bağımlılığı, yabancılarla evlilik vs.) şeyleri ortaya koyardık kendi sülalemizi en iyisi yapabilmek için. Kendi taşralı (Reyhanlılı) Çerkesliğimizi övmek, göklere çıkarmak için Reyhanlı Çerkeslerinin, Çerkeslik (veya insanlık) için örnek gösterilecek derecedeki çalışmalarını değilde, başka Çerkes taşralarının yapmadıkları şeylerle ilgili konuşur dururduk. Hele ki çoğunluğumuzun Abzeh olduğu taşramızda, ne yüce bir boydan olduğumuzu Kabardeylikle kıyaslayan o zavallı halimizi hiç yazmayayım. O zamanlar başka Çerkeslerin, başka yerlerde aynı şeyi yaptığının garantisini veremem, ama yaptıklarınada eminim.  Çünkü; bugün dahi Çerkeslerin en iyi yaptıkları şey, kendilerini (veya ait hissettiklerini) var edebilmek için başkalarına saldırmak ve onları suçlamak. Biz olmanın bir çok güzel yolu varken, inatla ve sürekli bir siz yaratmaya çalışmak. Çünkü eğer bir siz yaratabilirlerse, kendilerinin “biz” olacağına inanıyorlar.  
Gelin; eğrisiyle-doğrusuyla “bir” olabileceğimiz, farklı şekil ve yöntemlerle düşünüp amacına Çerkesliği yerleştirebileceğimiz bir “biz” zemini oluşturalım. Hayat bizi nereye götürüyor, biz hayata iz bırakabiliyor muyuz? Toplumsal olanı tekrar hayat için üretebiliyor muyuz konuşalım.

Bu yazı Jıneps Gazetesi Temmuz baskısında yayınlanmıştır.

Share:

Dağ Yahudileri ve "Yahudi Çocukları kurtaran Müslüman Çerkesler"



Hayatımın laneti olarak ilgi duyduğum hikayeler, konular, haberlere hep vaktim yokken kavuşurum ben. Ne kadar ilgi duysam bile yeteri kadar zaman ayıramayacağım için hep not alırım böyle şeyleri: vaktin bol olduğu bir zamanda ilgi ve dikkatle araştırmak, okumak ve öğrenmek için… ama ne fayda? Kendi geleceğimle ilgili yaptığım en uzun plan dahi 6 günü geçemezken yani sözün özü ben hayatımdaki 7. günü bile ön göremezken, genelde aldığım notla kalırım ve aldığım not benim onu görmemi dahi yıllarca bekleyebilir. Geçtiğimiz akşam notlarımı şöyle karıştırırken buldum kendimi.. Hangisini bir diğerinden daha çok merak ediyorum acaba diye bakınırken..“Yahudi Çocukları kurtaran Müslüman Çerkesleri onurlandırmak” diye bir not almışım. Rahmetlik nenem geldi aklıma, Yahudileri hiç sevmezdi, çünkü Yahudileri sevemeyeceği, Yahudileri sevmemek için nedenleri olacak bir ömür yaşamıştı kadıncağız. 85’li yaşlarda alzheimer olduğunda bazı geceler aniden kalkıp evdeki havluları ıslatır eve hava giren ne kadar kapı ve pencere aralığı varsa oraları kapatırdı İsrail yüzünden. Evet: İsrail-Suriye savaşından kalma bir travmaydı. Yoksa hiçbir Yahudi kişisi ile alıp veremediği yoktu kadıncağızın. Yahudilere dair bildiği tek şey savaştı, bombardımandı, ölümdü, çocuklarını korumaktı sonuçta. Nenem en sinirlendiği zaman, bildiği en büyük küfür olarak “Yahudi” derdi. Nenemin dizleri dibinde geçen çocukluğumun cahil evresi süresince, Yahudiliğin ne olduğunu, Yahudilerin kim olduğunu bile bilmezken bende mecburen nenemin Yahudi nefretini paylaşırdım. Aydınlanma sürecim içinde, sebebini ve nedenini bilmediğim ve çocukluktan gelen bir çok nefretim gibi Yahudilere olan nefretimden de kurtuldum. Yinede defterimin arasında gördüğüm “Yahudi Çocukları kurtaran Müslüman Çerkesleri onurlandırmak” notu içimde çocukluğumdan bu yana yaşadığım her süreci hatırlatırken merağımı iyice cezbetti diyebilirim. İşte bu not üzerinden ve teknolojinin de epey yardımıyla bu konuyu irdeledim. Prof. Yair Auron’un Barış müzesinde “Yahudi Çocukları kurtaran Müslüman Çerkesleri onurlandırmak” üzere düzenlediği etkinlikten yola çıkarak bu sizlere bu yazıyı hazırladım. Bu yazıda hem etkinliğin sebebi olan kurtarılmış Yahudi çocuklarının hikayesini kendi tarzım ve çapımda anlatmaya karar verdim. Ancak belki hikayeden önce Kafkasya bölgesinde Yahudi varlığını ve Nazi ordularının Kuzey Kafkasya’daki etkinliklerini kısaca hatırlamakta fayda vardır.

Kovalev’e göre Naziler 1942 sonbaharında Hazar Denizi’nin petrol sahalarını ele geçirmek maksadıyla ilerlerken Kuzey Kafkasya bölgesine girdiklerinde; ele geçirdikleri bir çok yerde yaptıkları gibi Essentuki, Pyatigorsk ve Kislovodsk’ta yaşayan 8 bin Yahudi’yi öldürdüler.

Kuzey Kafkasya bölgesindeki bu denli Yahudi varlığı Nazi subaylarının kafasını karıştırmıştı. Bunlar, bugün bile araştırma konusu olan ve uzun zamandır Kafkasya bölgesinde yaşayan Dağ Yahudileriydi. Bu Dağ Yahudileri grubundan bazıları doğrudan Nazi işgali altında olan bölgelerde hayatta kalmayı başarmıştır. Kabardey’in başkenti Nalçik Yahudileri, Nazi işgali sırasında etkinlenmeyen gruplardan biridir. Nalçik Yahudilerinin doğrudan Nazi işgali altında olması dolayısıyla Naziler tarafından katledilmemiş olmasıyla ilgili bazı araştırmalar yapılmış olsada kesin bir sonuca varılamamıştır. Yahudilerin Kafkasya bölgesindeki varlığı çok eskidir. Ancak Kafkasya bölgesi insan tarihinin başından bu yana bir çok halk için bir kavşaktır. Bu bölgeden geçmemiş bir halk olmadığı bile söylenebilir. Hazar Denizinin batı kıyısı, Orta Avrasya ve Ortadoğu arasında seyehat etmek isteyenler için Kafkasya önemli bir yoldur. Sonuç itibariyle Kafkasya için söylediğimiz bu güzergahtan bakınca mesela Dağıstan Cumhuriyeti etnik açıdan dünyadaki en farklı bölgelerden birisi haline gelmiştir. Dilleri ve gelenekleri ilişkisiz bir çok halk yanyana yaşayabilmişlerdir . Ayrıca bu bolluğun bereketi olarak geliştirdikleri barış sayesinde bu farklı halkların her biri kendi dil ve geleneklerini binlerce yıldır korumayı ta ki Rusya’nın bölgeyi işgaline kadar korumayı başarabilmişlerdir. Rusya’nın bölgeyi işgal girişimiyle birlikte dine dayalı bazı hoş görüsüzlüklerden bahsedilebilir. İşte konumuzun bizi ilgilendiren kısmıda bizim bildiğimiz kadarıyla burada başlar. Gerisini araştırmak isteyen: Rusya’nın Kafkasya’yı işgaliyle birlikte din ve savaşın nasıl bir politikaya çevirildiğini araştırabilir. Biz konumuza dönecek olursak: Rusya’nın Kafkasya’yı işgal etmek üzere başlattığı askeri politikanın Kafkasya’nın (en çokta Dağıstan’ın) farklı halkları arasındaki ilişkileri bozması: (Daha çok 1820’lerde Rus barbarlığının vahşiliğini arttırmasıyla) bahsettiğimiz bölgedeki yerel liderler İslam bayrağı altında birleşmeye ve savaşı cihada çevirmeye başlamasıyla gelişmişti. Bu sebeple bahsettiğimiz bölgede yaşayan Dağ Yahudileri gerek Rus işgal politikasının yarattığı bu savaştan kaçmak gerekse bölgede artık kendilerini güvende hissetmemeleriyle, canlarını ve dini özgürlüklerini güvence altına almak üzere batıya göç ettiler. Ulaşmak istedikleri yer bir kaç farklı sebepten ötürü Çerkesya’nın en doğusundaki Kabardey bölgesiydi. Mesela ilgili tarihlerde Kabardey bölgesindeki savaş bitmiş sayılırdı ve bölgenin nüfusu 1790lı yıllardaki nüfusunun %10’nu kadar kalmıştı. Ayrıca Nalçik şehri bütün bölge için bir ticaret merkezi haline dönüştürülüyordu. Rus-Çerkes savaşı batıya doğru kaydığından, Çerkesya’nın doğusu batı Çerkesya’ya oranla daha istikrarlıydı. Ancak Dağ Yahudilerinin bu bölgeye ilgilerinin belkide en önemli sebebi, Çerkeslerin çoğunluğunun İslam dinine mensup olmalarına rağmen toplumsal ilişkilerinin Xabze tarafından belirleniyor olmasıdır diyebiliriz. Çerkesler hem kendi aralarındaki ilişkilerinde hemde çevrelerinde bulunan diğer halklar ile olan ilişkilerinde xabze kanunlarını uyguluyorlardı. Belkide bu özellikleri, Dağıstan’da kendini güvende hissetmeyen Dağ Yahudilerinin bu bölgeye gelme arzularındaki en büyük sebeplerden biriydi. Konuğun neredeyse kutsal olduğu düşüncesi Çerkes kültürünün önemli bir parçasıydı ve misafir asla teslim edilmezdi, misafirlerin sorgulanmasına dahi izin vermezlerdi. Dağ Yahudilerinin Çerkesya’daki varlığı böylece oluştu ve zamanla Çerkesya’nın bir çok bölgesi olmak üzere Kuzey Kafkasya’da Yahudi toplulukları oluşmuş oldu. Konuyla ilgili ayrıntılı okuma yapmak isterseniz kaynak yazının en altında [Kaynaklar] bölümünde bulunacak. Ancak henüz sona gelmeden önce Prof. Yair Auron’un Barış müzesinde “Yahudi Çocukları kurtaran Müslüman Çerkesleri onurlandırmak” üzere düzenlediği etkinlikte bahsettiği hikaye nedir diyecek olursak onuda şöyle anlatabilirim:



Nazi ordusunun Leningrad’ın kapısına kadar geldiği 2nci dünya savaşının en kritik zamanlarında Gürcistan SSC ülkede yaşayan Yahudi çocukları trenle tahliye etme girişimiyle başlıyor hikaye.. Çocukların bir çoğu 13-14 yaşlarında. Günlerce süren tren yolculukları sırasında bir gün Nazi ordusu treni bombalıyor ve onlarca çocuğun öldüğü söyleniyor bu bombalamadan. Tren bombardıman sonucunda hasar alıyor ve hayatta kalan çocukların artık trenle kaçma umudu kalmıyor. Bir Rus subayı eşliğinde at arabalarıyla ilerliyorlar. Bazı köylerden (muhtemelen Kazak köyleri) geçen çocuklar köylerde barındırılmıyor ancak Kazaklar çocukları Çerkes köylerine hiç girmemeleri, girerlerse öldürülecekleri konusunda uyarıyor. Ayrıca Nazi kuvvetleri de bölgededir. Ancak çocuklar geçen zamanda açlık ve hastalıktan perişan olmuş ve çaresiz durumdadırlar ve şanslarını denemekten başka kurtulma şansları kalmamıştır. Netekim Müslüman bir Çerkes köyüne girerler. Köyün erkekleri savaş yüzünden köylerinden uzaktadır. Köyde yaşlılar, kadınlar ve çocuklar vardır. Durumlarını anlattıklarında ise köylüler toplantı yaparlar. Toplantının konusu: Çocukları kabul edip etmemek değildir, çünkü çocuklar misafirdir ve Çerkeslerde misafirlik kutsaldır. Toplantının konusu gelen çocukların nasıl barındırılacağıydı ve neticesinde her hanenin bir çocuğu misafir etmesine karar verildi. Çerkesler çocukların Yahudi olduklarını ve Yahudileri barındırmanın tüm köyü tehlikeye atmak anlamına geldiğini biliyorlardı. Bu nedenle misafirlik boyunca hem köyün hemde çocukların güvenliğini sağlamak amacıyla Yahudi çocuklara hızlıca Çerkes isimleri olan yeni kimlik belgeleri çıkarttılar ve kendi evlerinde sakladılar. 152 gün süresince bu çocuklar Nazilerin kontrolünde kalan bu köyde Çerkeslerin içerisinde yaşadılar. Bu süre boyunca Naziler tarafından yalnızca 1 çocuk yakalandı ve katledildi. Diğer çocukların kaç kişi oldukları ve daha sonra ne yaptıklarıyla ilgili yeteri kadar belgeye ulaşamadım, ancak çeşitli kaynaklarda 30-40 kadar çocuk geçtiğini söyleyebilirim.






Kaynakça:


Avraham Burg, Haaretz tarafından okunan incelemeyi -
haaretz.com/jewish/books/.premium-1.727542
Amiramov, Sergei. Interview by Irina Moshel, October 12, 1998, Interview 39735, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.
Arad, Yitzhak. The Holocaust in the Soviet Union. Lincoln, Nebraska and Jerusalem. University of Nebraska Press and Yad Vashem, 2009.Asailova, Maral. Interview by Irina Moshel, January 10, 1998, Interview 39801, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.Ashurov, Mikhail. Interview by Svetlana Danilova, undated, unpublished paper.Ashurova, Bisirit. Interview by Irina Moshel, January 7, 1998 Interview 38626, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.Aslanbek, Mahmut. Karaçay ve Malkar Türklerinin Faciasi. Ankara: Çankaya Matbaası, 1952.Babich, Irina. Evoliutsiia Pravovoi Kul’tury Adygov (1860-1990-e gody). Moscow: Institut etnologii i antropologii RAN, 1999.Begun, I., ed. Gorskie Evrei: Istoriia, Etnografiia, Kul’tura. Jerusalem/Moscow, DAAT/Znanie, 1999.Biazrova, Zhneya. Interview by Sergei Shpagin, January 9, 1998, Interview 39800, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.Bugai, Nikolai, et al., eds. Natsional’no-Gosudarstvennoe Stroitel’stvo Rossiiskoi Federatsii: Severnyi Kavkaz (1917-1941 gg.). Maikop: Adygeiskii Resoublikanskii Institut Gumanitranykh Issledovanii, 1995.----------------. The Deportation of Peoples in the Soviet Union. New York: Nova Science Publishers, 1996.------------------ and Askarbi Gonov. Kavkaz: Narody v Eshelonakh. Moscow, Insan, 1998.Danilova, Svetlana, ed. Gorskie Evrei v Kabardino-Balkarii: Stat’i, Ocherki. Nalchik: “El’brus,” 1997--------------------------. “Zhivi i Pomni!” in Gorskie Evrei v Kabardino-Balkarii: Stat’i, Ocherki. ed. Svetlana Danilova.Nalchik: “El’brus,” 1997: 56-60.-------------------------. “Moia Bol’, Gordost’ i Nadezhda,” in Gorskie Evrei v Kabardino-Balkarii: Stat’i, Ocherki. ed. Svetlana Danilova.Nalchik: “El’brus,” 1997: 8-16.David, Itskhak. Istoriia Evreev na Kavkaze. Volume II. Tel Aviv: Kavkasioni, 1989.Feferman, Kirill. “Nazi Germany and the Mountain Jews: Was There a Policy?” Holocaust and Genocide Studies 21.1 (Spring 2007): 96-114.Gammer, Moshe. personal correspondence.Goble, Paul. “With a Stroke of a Pen, Daghestani City Tats Officially become Mountain Jews,”http://windowoneurasia2.blogspot.com/2013/05/window-on-eurasia-with-stroke-of-pen.html.Ifraimova, Shura. Interview by Irina Moshel, January 11, 1998, Interview 39747, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.Isakova, Fenia. Interview by Maria Lackman, February 8, 1998, Interview 39744, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.Kabuzan, Vladimir. Neselenie Severnogo Kavkaza v XIX-XX Vekakh: Etnostatisticheskoe Issledovanie. St. Petersburg: BLITs, 1996.Karcha, Ramzan. “Genocide in the Northern Caucasus,” Caucasian Review 2 (1956): 76.---------------------. “The Peoples of the North Caucasus,” Nikolai Deker, Andrei Lebed, eds. Genocide in the USSR: Studies in Group Destruction. New York: The Scarecrow Press, 1958: 41.Kovalev, Boris. Natsistskaia Okkupatsiia i Kollaboratsionizm v Rossii 1941-1944. Moscow: Tranzitkniga, 2004 .Motaeva, Guri. Interview by Sergei Shpagin, January 6, 1998, Interview 39597, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.Rabaev, E. A. «K Istorii Evreiskikh Obshchin Severnogo Kavkaza.» 1999. http://www.istok.ru/library/131-k-istorii-evreyskih-obschin-severnogo-kavkaza.html. 7 9 2013.Semenov, Igor. Kavkazskie Taty i Gorskie Evrei: Nekotorye Svedenii o nikh i Problemy Proiskhozhdenia. Kazan: Tan, 1992.Shamilov, Rovino et al., “Bud’te Prokliaty, Fashistskie Izvergi!” in Gorskie Evrei v Kabardino-Balkarii: Stat’i, Ocherki. ed. Svetlana Danilova.Nalchik: “El’brus,” 1997: 50-4.Yagudaev, Nagdimoso. Interview by Maria Lackman, August 19, 1998, Interview 46312, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.

Share:

Geleceğin bir Gelecek Hayali



Bizim Çerkeslerin en büyük sorunlarından birisi odak problemi galiba. Ne zaman güncel hayatımızı kaleme almayı ilke edinmiş bir Çerkes yazarını açıp okumaya başlasam; güncelin hep Çerkesleri teğet geçen ifadeleriyle aklımı karıştırıyorum. Dernekleri ve federasyonları saymazsak Çerkeslerin içinde birçok irili-ufaklı enformel grup var. Bu grupların çok olmasının nedeni çok fazla fikir ayrılıkları barındırmaları değil. Aynı düşünceden beslenen ancak yine de iç içe geçmeyen gruplar da var. Grupların bir çoğunun içerisinde de kişisel farklılıkları grup içine yansıtarak hep an kollayan bir mücadele var. Her an bir grubun içinden çıkıp, başka bir grubun içinden çekerek yeni bir grup olarak harekete geçecek bir potansiyel var. Gruplar genelde iki merkezli ve bir merkezleri elbette hepimizin şıp diye anlayabileceği gibi; Çerkeslik merkezi. Diğer merkez ise genel olarak çok fazla ayrıntılara bölünmüş şekilde Çerkeslik olmayan merkezleri. Yani nedir derseniz; işte kimisi felsefe, kimisi ekonomi, kimisi inanç gibi şeyler. Bir taraftan hepsinin ortak merkezi olan Çerkeslik, bu grupları pekiştirmek ve çalıştırmak için fırsat gibi gözükse de, diğer taraftan ikinci merkez olan diğer şeyler bu grupları ayrıştırmak ve hatta çatıştırmak isteyenlere fırsat oluyor.

Burada insanın motivasyon faktörü çok önemli tabi ama; genelde insanımızın düşünürken ve yazarken kendisini motive ettiği alan Çerkes merkezli olmayınca yani diğer ikinci merkezinden gelişince; insan yukarıda anlattığım bu grupların ikinci merkezlerine saldırarak Çerkes merkezlerini fethetmek üzerine bir düşünceye kapılıyor. Bu sadece birinin birine yaptığı şey değil, genel olarak farklı merkezlerin birbirine sürekli uyguladığı strateji. Belki strateji bile değil... Plansız, üstüne düşünülmeden, doğal olarak gelişen bir refleks.

Böyle konuları okuyunca ya da yukarıda anlattığım bir olayı tam da yaşarken, bu sorunun çözümü için herkesin aklına “ikinci merkezi” dışarıda bırakmak gerektiği geliyor. Çünkü ikinci merkez ortadan kalktığında herkesin Çerkes merkezinde birbiriyle kenetleneceği gibi saf ütopyalar kuruyoruz. Ancak ne yazık ki sadece Çerkesler değil, hiçbir insan tek kimlikli yaşamıyor hayatta. İnsanların ve doğal olarak Çerkeslerin hem toplumsala dönüşmüş hemde bireysel olarak hayatlarında taşıdıkları birçok kimliği bulunuyor. Çerkes gruplarının kendi içinde ve Çerkeslerin umuma açık meclislerinde de yeteri kadar konuşulmamış şeylerden birisi de dünyada insanların artık tek kimlikli bir hayatı yaşamıyor oluşu. Her insanın artık birden fazla kimliği var ve insanların önceliklerini de belirliyen şeyler olabiliyor bu kimlikler. Artık insanlarımız sadece Çerkes değiller. Hayatı sadece Çerkesliklerine bakarak değerlendirmiyorlar. Kazanmak istedikleri, korumak istedikleri, büyütmek istedikleri tek şey Çerkeslik değil. Belki bir çoğunda, söylemin dışında gelişen pratiğe bakılınca; Çerkeslik ‘korunmak, yaşanmak, büyütülmek, kazanmak’ istenen şeylerin listesinde bile olmuyor. Bunları gözetmek gerekir. Bunları konuşmak, tartışmak gerekir ve hatta bunları konuşurken, tartışırken; bir disiplin de olmalıdır. Bilimsel bir disiplin olmalıdır. Uzman kişilerin bu disiplini oluşturması gerekir. Tartışmaları atışmalardan ayırararak; farklı görüşleri bu disiplin içinde tartışmaya açmak ve bu tartışmalardan bu disiplin çerçevesinde bir sonuç çıkarma amacı gütmek gerekir.

Bu disiplinden yoksunuz ve gruplarımızın birbiri arasında yaptıkları şeyler de, tartışmaktan ziyade atışmaktan öteye gitmiyor. Çerkes camiasının alanlarında ortaya çıkan önemli ya da önemsiz her konu bir atışma alanına çevriliyor. Bu alanda gruplar, daha doğrusu grubu kalemleriyle motive eden yazar-çizer takımları; Çerkeslik meselesine sadece kendi doğrularına nicelik kazandırmak amacıyla kullanılabilir bir insan kaynağı gözüyle bakıyor. Daha temiz deyimle: İnsanları örgütlemek için değil, örgütü kalabalıklaştırmak çabası sürdürüyor. Eğer bu bir politika ise, bu politikaya Çerkesleri ilgilendiren yakın tarih üzerinden şöyle açıklama getirebiliriz.

* Demokratik açılım sürecinde Türkiye’de hiçbir haktan yararlanamayan tek kalabalık unsur Çerkes halkı oldu.

* Çerkes sorunu hiç kimseye anlatılamadı.

* Çerkes talepleri Çerkesler tarafından dahi kabul göremedi.

* Suriye’deki terör saldırıları ve iç savaş sürecinde bu savaştan etkilendiği halde Çerkesler ne dünya gündeminde, ne Rusya gündeminde ne de Türkiye gündeminde çok ilgi gören bir konu olamadı.

* Çerkesler hiçbir zaman hiç kimse için caydırıcı bir kamuoyu oluşturamadı.

* Hiçbir toplumsal proje üretilemedi, üretilen projeler hiçbir zaman toplumsal olamadı.

* Çerkes kimliği siyaset için şahıslar tarafından üniforma yapıldı. Şahsi kariyer için bu kimlik araçsallaştırıldı.

Ben dünyadaki hiçbir etnik kimliğe beğenmemezlik etmem, ancak toplumumuzun genelinde insanlar ne yazık ki Çerkes kimliklerini sözle-lafla öyle yüceltmişlerdir ki; Çerkes olmayan hiçbir toplumu beğenmezler. Onlar şöyledir, bunlar öyledir, bizde falanca yüzyıldır şöyleyken bunlarda daha yeni böyledir gibi laf kalabalığından geçilmez. Ancak şunu da not olarak düşeyim: Yaşadığımız bu coğrafyada son 10 yılda olan biten her şeyde hiç kazanmadan hep kaybeden tek kalabalık unsur: biz yani Çerkesler olmuştur.

Şapka öne konulmalı; kelimiz de kimseden saklanmamalıdır.

Gelecek vizyonu, geçmiş deneyimler olmadan hiçbir şey ifade etmez ve Çerkesliğin geçmiş 150 yıllık deneyimi tek cümlede: hep kaybedip, utanmadan sürekli övünmek olmuştur.

Peki ne olmalıydı? derseniz; olmayan şeylerin değerlendirmesini yapmanın bu saatten sonra bir değeri yok. Uzak veya yakın tarihin birçok kırılma noktasında bulunmuş Çerkes halkı için, her kırılma döneminin kendi şartlarına uygun yüzlerce teoride bulunabiliriz. O zaman şöyle olsaydı, böyle olmazdı diye iddialarda bulunabiliriz. Ancak her çağ kendi içinde farklı gerçeklikler ve gereksinimler barındırıyor. Bizim sormamız gereken soru bugünden yarına doğru “peki ne olmalı?” sorusu olmalı.




Peki Ne Olmalı?

Bu soruya tek başıma benim cevap vermemin de, başka birilerinin de bu soruya tek başına cevap vermesinin de toplumsal bir değeri yok. Bu soruya hep birlikte - atışarak değil tartışarak- bir disiplin içinde cevap vermemiz gerekir. Niceliği örgütlemeye çalışan anlayışımızdan önce, niteliği örgütlemeye çalışmamız gerekir. Doğrusu ise, niteliğin kendisini Çerkeslikte örgütlemesi gerekir. Bu örgütlenmenin temelinin Çerkeslik olan bir disiplinle inşa edilmesi ve bugün Çerkeslerin, Çerkeslik haricindeki diğer tüm kimliklerini içinde nitelik olarak barındıran üyeleriyle çalışması gerekir. Bu örgüt; Çerkes halkının ‘Aydınlar topluluğu’ olarak Çerkeslerin içinde yaşayan her ikinci-üçüncü vs. kimlikleri barındırmalı, bu kimliklerin Çerkeslikle ilişkilerini değerlendirerek formüller bulmalıdır. Daha da önemlisi Çerkesliği bu kimliklere eritmeyen, bu kimlikleri Çerkeslikte eriterek toplumu önce bir HALK olarak; her düşünceden, her sosyal sınıftan, her cinsiyetten örgütlemelidir.



 Bu makale Jıneps Gazetesi Mayıs 2018 baskısında yer almıştır.

Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.


https://www.jinepsgazetesi.com/makale/gelecegin-bir-gelecek-hayali-2078

Share:

Çerkes Nezaketi: Saygı ve Adalet



Çerkesler bir kişinin yaşına, cinsiyetine, sosyal durumu veya milliyetine bakılmaksızın saygı duymayı öğütleyen bir kültürün sahibidir. Üstelik Çerkeslerin karşılarındakilerine duydukları bir saygı koşulsuzdur yani bu saygı hiç kimsenin değiştiremeyeceği, kişinin doğuştan hak ettiği bir şeydir. Eüer Eski Çerkesler bu konuda şöyle öğütlerdi: “insanın adına dikkat edin”, “insanın adını yok etmeyin.” diyerek. Bir kişiye gösterdiğiniz saygı, sizin görmeniz gereken saygının yansımasıdır. Kişinin saygınlığına ve onuruna yapılan her girişim, utanç vericidir. Herkes onur ve saygınlığını ancak kendisi yitirebilir. Onur ve saygınlık başka hiç kimse tarafından yok edilemez.




Herhangi bir konuda anlaşmazlık olduğunda ve toplum bu anlaşmazlığa müdahil kılındığında şu unutulmamalıdır. Çerkeslerde hiç kimsenin dokunulmazlığı yoktur. Hiç kimsenin sülalesine, yaşına, cinsiyetine bakılmaz ve herkes eşit kabul edilir ve eşit haklara sahiptir. Bu da herkese yalnızca kişi oldukları için gösterdikleri saygının yansıması olarak kabul edilir.




Çerkesler kendi toplumsal işleyişlerindeki bazı özel noktalar hariç ayrımcılığı hoş görmezler. Herkese hak ettiği saygıyı gösterirler. Ancak özel noktalar şöyledir: Hiçbir Çerkes sadece kendi onurunu korumakla sorumlu değildir. Toplumsal onuru oluşturan -Yaşlıların onuru-, -Ebeveynlerin onuru-, -Kadınların onuru- ve -Misafirlerin onuru- bütün Çerkesler tarafından korunmalıdır. Bu insanlara karşı yapılan saygısızlık bütün Çerkeslere yapılmış sayılır ve bu insanların onurunu korumak, göreceli olarak Çerkesliğin şerefinin de büyük bir parçası sayılır.




Çerkeslerin ulusal karakteristik özelliklerinden birisi haline gelen bu onur ve saygı, Çerkes nezaketini oluşturan inceliğin temelidir. Çerkesler başkalarının şerefini ve onurunu incitmekten, en az kendi onurları ve şereflerinin incinmesi kadar korkarlar. Bu yüzden günlük iletişimlerinde dahi olağanüstü bir incelik bulunur. Yaşlıların konuşmalarını kesmezler ve onları asla suçlamazlar.Yaşlıların ve kadınların herhangi bir isteklerini yerine getiremeyecek olduklarında bunu özür dileyerek ve onları ikna edecek argümanlar eşliğinde söylemek zorundadırlar. Yaşlıların, kadınların ve misafirlerin isteklerine önem gösterilmek zorundadır. Birileri hakkında utanç verici söylentilerin yayılması çok büyük bir hak ihlalidir. (Örn: Boşanmış eşlerin birbirleriyle ilgili utanç verici söylentiler yayması) Yaşlıların, kadınların ve misafirlerin oldukları yerlerde asla yüksek sesle konuşulmaz ve onları rahatsız edecek şeyler söylenmez/yapılmaz. Bu kişilerin rahatsız olabilececeği ancak söylenilmesi zorunlu olan hallerde yine özür dilenerek ve son derece hassas bir şekilde söylenmesi gereklidir.




Çerkeslerin misafirlerine olan saygısı ve onların onurlarını kendi onurları saymalarıyla ilgili şöyle bir öykü bulunmakadır:




Bir zamanlar bir prens birisini yemeğe davet etmiştir. Davet ettiği konuk yemeğini çatal ve bıçak kullanmadan elleriyle yemeye başlayınca, Prens onu utandırmamak için kendi bıçağını ve çatalını bırakarak yemeğini elleriyle yemeğe başlamıştır. Böylelikle konuğunun onurunu ve itibarını korumuştur. Çerkesler için nezaket; onur ve şerefin başlangıcıdır. Yazılı olmayan ancak güçlü bir şekilde uygulanan ve bilinen güçlü bir yapıdadır.




Ayrıca Çerkeslerde “kişisel alan” saygısıda bulunmaktadır ve hiç kimse geçerli bir sebebi olmadıkça başkasının alanını işgal edemez. Bu durum genellikle ayakta durulan halleder 2 metredir.




Ayrıca hangi yaşta veya şartta olursa olsun, bir kişinin kendisinin veya birisinin onurunun takdir edilmesini istemesi ve talep etmesi doğru karşılanmaz. Çerkeslere göre herkes kendi onurunu ve şerefini kazanmak zorundadır. Dolayısıyla en başta belirttiğimiz gibi: herkesin kendi onurunu ve şerefini ancak kendi davranış ve hayatıyla yitirebileceği gibi, onurunu ve şerefini davranış ve hayatıyla kendisi kazanabilir. Çerkeslerde hiç kimse başka birine onur veremez ve alamaz.
Share:

Çerkeslerin Asaleti: Xase ve Demokrasi


Çerkesleri “asaletin ve nezaketin” timsali saydıran en önemli özelliği, halkın içinde soylu bir sınıfın bulunmasından ziyade toplumun tamamının soylu olması için tasarlanmış kültürüdür. Çerkesler çok eski zamanlardan beri bir insanın soylu sayılabilmesi için ihtiyaç duyduğu “onur ve şerefi” toplumun içinde en önemli değer olarak yaşadılar ve böyle yaşamayı ilke edindiler. Yaşlılar hayatlarıyla gençlere bu ilke etrafında yaşamayı nesiller boyunca aktarmayı başardılar.


İşte bu onur ve şerefin en değerli olduğu ilkenin nesiller boyunca kusursuz aktarımı Çerkes halkını “asaletin” bir yansıması haline getiriyordu. Ancak yinede her kişinin bu asaleti koruması beklenirdi. Çerkeslere göre onur ve şeref çok zor kazanılan ancak çok kolay kaybedilebilirdi. Birinin asaletini koruması için, en temel olarak kendisinde olan bir şeyi, ihtiyacı olan başka bir kişi istediğinde verebilmesiydi. Cimrilik Çerkes toplumunda şeref kaybına yol açan bir hadiseydi. Bu sebeple, feodal düzende prensler dahi şereflerini kaybetmemek için kendileri için dikilmiş elbiseleri başkalarına verir ve kendileri herkesin ulaşabildiği mütevazi kıyafetler giyerlerdi.

Her Çerkesin en temel görevi: Yaşlılara, yetimlere, dullara ve elbette çocuklara bakmaktı, onları gözetmek, korumaktı.

Ayrıca asaletin korunmasıyla ilgili belli başlı yasalarda bulunurdu. Bunlar şöyleydi:


Düşmanını asla arkasından vurarak öldürmemek

Silahsız bir düşmanı öldürmemek

Rakiplere karşı her zaman eşit şans vermek

Atını bir dost olarak görmek, öyle yetiştirmek

Kibirli, egolu, düşkün olmamak

Arzularını kontrol altında tutabilmek

Güzel konuşmak ve nazik olmak

Yiyeceklerde seçici olmamak,

Onurun çok yavaş kazanıldığını ancak hızlıca kaybedilebileceğini unutmamak

Şeref kaybetmeyi ölmekten beter saymak

İnsanlara karşı, özellikle kadınlara karşı dikkatli ve saygılı davranmak.


Çerkesler toplum olarak bu onur ve şeref için yaşarlar ve onu asla kaybetmemek ve lekelememek için herşeyi yaparlardı. Bu insanlar içerisinde halk içinde en sevilenler Çerkes Xasesinin içinde olurlardı.


Çerkesler çok eski zamanlardan bu yana bu yasalar konusunda çok titizlerdi ve her aile çocuğunu “Xase’ye katılmayı hak et” felsefesiyle büyütürdü.


Xase Çerkeslerin toplumsal düzenini belirleyen ve dışarıya karşı bir duruş sergileyen bir parlamentoydu. Xase konseylerinde bulunanlar gündemde olan her türlü önemli mesele için kararlarını verirler ve arkasından okçuluk, aş atma, güreş ve dans, şarkı söyleme ve ustalık yarışmaları düzenletirlerdi. Xase konseyleri periyodik olarak toplumsal düzeni sağlayacak ciddi kararlar alır, böylece daha değerli demirciler, silah ustaları, savaşçılar, bilgeler, kahramanlar, terziler ve harika hatipler çıkmasına vesile olurlardı. Bir halk meclisi olarak Xase’nin en önemli başarılarından biri; alınan kararların en uzakta kalmış Çerkesler tarafından dahi takip edilmesiydi. Modern dünyanın demokrasi ile yürürlüğe girmiş bu hakkı, Çerkesler için eskiden eskiden bu yana yürürlükte olan ve asaleti koruyan en önemli değerlerden biriydi.
Share:

Çerkesçe

Translate

Çerkesler

Çerkesya

Çerkesya ya da Çerkezistan (Çerkesçe: Адыгэ Хэку,[1] Rusça: Черке́сия, Gürcüce: ჩერქეზეთი, Arapça: شيركاسيا[2]), Kuzey Kafkasya ve Karadenizin kuzeydoğu kıyısında yer alan bir bölge ve tarihsel bir ülkedir. Bu Çerkes halkının vatanıdır.

Etiketler