Çerkeslere kahramanlar devşirmek



Düzenli aralıklarla Çerkeslerin tarihine iliştirilip bir tartışmaya yol açan ancak Çerkes tarihiyle ve bazende Çerkeslerle doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bazı tarihi önemli şahsiyetler oluyor. Biz Türkiye diasporasındaki örneklerden birisi “Çerkes Ethem” şahsiyetidir mesela. Ethem beyin Çerkesliği de ne yazık ki ancak “hainliği” kadardır. Peki Ethem bey gerçekten Çerkes midir? Bu sorunun cevabı “Çerkes kimdir?” sorusunun içinde saklıdır. Türkiyeli Çerkeslerin kürsü hakkı, söz hakkı, temsil hakkını bir şekilde elinde tutanların büyük bir bölümü ne yazık ki “Çerkes kimdir?” sorusunun düpedüz açık olan cevabını vermemek ve hatta vermek isteyenleri susturmak için olan çabalarıyla, zaten kimliğiyle arasına yüzyıllık savaşlar, soykırım ve sürgünler dolarak kendisine yabancılaşması için her türlü felaketin yaşandığı Çerkes halkını iyice kendine yabancı hale getirdiğinden, Çerkesler kim olduklarını anlayamıyor ama; Ethem beyin Çerkesliği de tıpkı hainliği gibi pek kıymetli bir yalandan ibarettir. Ethem beyin genetik soyundan çaldığı Çerkesliği, onu Çerkeslik için bilinmesi gereken önemli bir şahsiyet yapamaz. Onu bizim tarihimize sokan tek nedeni; Türkiye iktidarı kurulurken; meydan savaşları bitip, masa savaşları yaşanırken cephedeki askeri başarısını masadaki siyasi mücadelesinde sürdürememiş olması ve sonucunda onun bu yenilgisinin Çerkes milletini Çerkeslikten utandırmak üzerine bir kampanyaya dönüştürülmesidir. Yani; Ethem beyin Çerkesliği, hainliği kadardır. Onu bizim tarihimize Çerkes diye iliştirenler, aynı zamanda onu vatan haini ilan edenlerinde ta kendileridir. İktidar ile masa savaşı vermeyen ve en az Ethem kadar Çerkes olan diğer genetik Çerkeslerin bugün Çerkes olarak anılmıyor olmasıda zaten bunun belgesidir.

Yaşadığımız diasporanın bize dokunmuş bu tarihiyle konuyu biraz daha anlamlandırabileceğime inandığım için yukarıda Ethem’in Çerkesliğinden biraz söz ettim. Ancak asıl anlatmak istediğim o değil, Şeyh Şamil’dir. Çerkes tarihine birileri tarafından öyle ulvi ve kutsal bir lider olarak iliştirilmektedir ki, bu konuyu ele almanın zamanı geldi.

Daha önce kişisel blogumda yazdığım “Dağ Yahudileri ve Yahudi Çocukları Kurtaran Müslüman Çerkesler” başlıklı yazımdaki “ Yahudilerin Kafkasya’daki varlığı çok eskidir. Kafkasya bölgesi insan tarihinin başından bu yana birçok halk için bir kavşaktır. Bu bölgeden geçmemiş bir halk olmadığı bile söylenebilir. Hazar denizinin batı kıyısı, Orta Avrasya ve Ortadoğu arasında seyahat etmek isteyenler için Kafkasya önemli bir yoldur.” bölümüyle başlıyorum.

Şeyh Şamil’i anlatmak için ilk başta İslam dininin Kafkasya bölgesine girişiyle ilgili kısa bir giriş yapmak gerekir. Daha sonra ise elbette Şeyh Şamil dahil tüm gazavat önderlerinin mensubu olduğu Nakşıbendi tarikatının Kafkasya’daki varlığını mercek altına alabilmek önemlidir.

Kafkasya’nın sosyo-kültürel yapısını dışarıdan etkileyen bir çok kavim ve medeniyet vardır. Savaş yada ticaret yoluyla Kafkasya’dan neredeyse geçmeyen tarih kalmamıştır. Eski anadolu ve mezopotamyalıar, Yunanlar, Romalılar, Cenevizliler, Kimmerler, İskitler, Hunlar, Alanlar, Hazarlar… 8nci Yüzyılda Ebu-Müslim önderliğindeki Araplar, Hazarlar’a karşı saldırmış ve bazı kısımlarını ele geçirmişti. Ancak kısa sürede Arap ordularına karşı koyarak onları püskürten Hazarlılar, Arapların beraberinde getirdiği İslamiyet’in Kafkasya ve Doğu Avrupaya yayılmasını engellemiş oldular. İşte bu saldırı ve karşı koyma arasında bazı Arap gruplarının Dağıstan’da kalarak buraya yerleşmeleri sonucu İslamiyet 8nci yüzyıldan itibaren Dağıstan’da yayılmaya başladı. Lezgilerin bir kısmı 8nci yüzyılda müslüman olurken, Çeçenlerin bir kısmı 10-11nci yüzyılda müslüman olmuştu. Bunu 13ncü yüzyılda Akuşa’lar, 14ncü yüzyılda Dargılar izledi.
Dağıstan ve Çeçenistan’ın aksine, Çerkesya’da ise islamiyet 15-17nci yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu ve Kırım Hanlığı vasıtasıyla yayılmaya başlamıştır. 1404 yılında Kafkasya’da bulunan Avrupalı Başpiskopos Johannes’in bildirdiğine göre Karadeniz kıyısında yaşayan Çerkeslerin Yunan dinini benimsedikleri, kiliseleri, ikonları ve yortularının Yunanlıların ki gibi olduğu anlaşılmaktadır. Galonifontibus’un verdiği bilgilerden 1404 yılında Karadeniz kıyılarında yaşayan Çerkeslerin hristiyanlığı kabul ettikleri ancak eski putperest-pagan inançlarının halk arasında çok canlı bir biçimde yaşadığı anlaşılmaktadır. 16ncı yüzyılda ise Osmanlı arşivindeki Mühimme defterlerinin 32. cildinin 383 numaralı ve 6 Recep 989/ 6 Ağustos 1581 tarihli hükmünde Besleney ve Temirgoy prensinin hristiyan, Kabardey prenslerinin ise müslüman oldukları bildirilmektedir. 17nci yüzyıl ortalarında Kafkasya’da Çerkesler arasında bulunan Evliya Çelebi ise Çerkesler hakkında şu bilgiyi vermektedir: “Kafir ve müslüman değillerdir. Kendilerine kafir deseler kızarlar, behey müslüman desen göz yumarlar. Haşır ve neşri inkar ederler... Çerkeslere kafir desek aman vermeyip öldürürler. Lailaheillallah derler. Ama semiz domuzları kuyruğundan yerler. Oruç tutmazlar, namaz kılmazlar”.
Ancak Çerkeslerin İslamlaştırılması konusundaki en etkili rollerden birini kuşkusuz Ferah Ali Paşa isimli Osmanlı Valisinin, Anapa’yı karargah tutarak başlattığı çalışmalar yarattı. Tabii az sonra yöntemlerine değineceğimiz Kırım Hanlığı’nında Çerkesler içinde İslamlaştırma çalışmalarıda önemliydi. İslamiyetin Çerkesler arasında henüz toplumsal bir kabul görmediği 17-18. yüzyıllarda hukuk davaları geleneksel hukuka, örf ve adetlere göre çözülüyordu. 19. yüzyılda islamiyet Kabardeyler dışında Çerkes kabileleri arasında pek yaygın değildi. Çerkes toplumunda müslüman ulema sınıfı henüz oluşmamıştı. Din adamları Çerkesler arasında sayı ve sosyal etki açısından önemli bir tabaka meydana getirmemişlerdi ve o dönemde Dağıstan ve Çeçenistan’da olduğu gibi toplumsal güce sahip değillerdi. Çerkeslerin çoğu şeriat kurallarından ve ibadetlerden uzaktılar. Bir Rus yetkilisinin Kafkasya’dan Moskova’ya gönderdiği raporda şöyle deniyordu: “Çerkesler Muhammed peygamberin dinindendirler, fakat dine pek önem vermezler. Hele Lezgi ve Çeçenler’de olduğu gibi, hiç şeriat tutkunu değildirler”. (Kasumov 1995: 32) Karaçaylara gelince ise 1890’lı yıllarda Karaçay’da bulunan N. Aleksandroviç Ştof şu notu düşmüştür. “17. yüzyıl başındaki savaşa kadar Karaçaylılar derin dağ vadilerinde putperest olarak yaşamışlar. Kırım Hanı Kafkasya’da islam dinini yaymak için iki bölük asker göndermiş. Zelençuk ırmağı kıyısındaaki Çerkes köylerini islam dinine sokmuşlar. Kuban ırmağının başında ise şimdiye kadar hiç kimseye boyun eğmeyen Karaçaylılara rastlamışlar. Yurtlarını, hürriyetlerini korumak için Karaçaylılar “Marca” adlı kutsal putlarından güç alarak düşmanlarına karşı koymuşlar. Kırım Hanı’nın askerleri islamiyeti Karaçay’a zorla kabul ettiremeden geri dönmüşler. İslamiyet ancak 18. yüzyıl sonunda Karaçay’a girmiş”. (Şamanlanı 1987: 166) 18nci yüzyılda ise Kırım Hanlığı gibi askerler vasıtasıyla değil, Kabardeyler vasıtası ile tanıyıp kabul ettiler. İslamiyeti Karaçay’a 1782 yılında Kabardeylerin Abuk soyundan İshak Efendi adlı bir din adamı getirdiği bilinir, ancak Karaçayların yinede İslamiyeti sadakatle tutmadıkları gözlenir. Karaçaylar arasında islamiyetin yayılmasında en etkili rolü yine Dağıstan’dan gelerek Karaçay-Malkar halkına islamiyeti öğreten Kumukluların önemli rolü olmuştur. 18. yüzyılda Dağıstan’dan Karaçay’a gelen Kumuklu Aliy adında bir din hocası Karaçaylılara islamiyeti öğretmek amacıyla Karaçay’ın Kart Curt köyüne yerleşmiş ve onun soyundan bugün Karaçay’da Aliy adında bir soy meydana gelmiştir.

İslamiyetin Kafkasya’nın batısındaki Çerkes ve Karaçay-Malkar halkları ile doğusundaki Çeçen-İnguş ve Dağıstan halkları üzerindeki etkileri farklı olmuştur. İslamiyetle henüz 8. yüzyılda Araplar vasıtasıyla tanışan ve daha sonraki yüzyıllarda islamiyeti peyderpey kabul eden Dağıstan ve Çeçen-İnguş halkları şafi mezhebine dahil olurlarken, islamiyeti 17-18. yüzyıllarda Osmanlılar ve Kırım Hanlığı vasıtasıyla tanıyıp kabul eden Çerkes, Abaza ve Karaçay-Malkarlılar hanefi mezhebine girmişlerdir.Dağıstan ve Çeçenistan’da Kafkasyalıların bağımsızlık savaşı dini bayrak altında, müridizmin dini ideolojisi çatısının altında sürerken, Batı Kafkasya’da bu mücadele farklı şartlarda gelişerek değişik bir tablo çizmiştir.
Kafkasya’nın doğusundaki yani Çeçenistan ve Dağıstan’daki savaşın dini bir ideoloji çatısı altında sürmesinin nedeni Nakşibendi tarikatıdır.

Nakşibendiler 18nci yüzyılın sonlarında Şirvan yolu üzerinden Dağıstan’a geldiler ve 19ncü yüzyılda Çeçenistan ve bazı Batı Kafkasya bölgelerine yayıldılar. Ancak Nakşibendiler hiçbir zaman Çerkesya’da güçlü bir varlık gösteremediler. 1785 yılında Şeyh Mansur’un ““Ey halk; gaflet ve tembellik içinde olmayın. Günah işlemekten, tütün içmekten kaçarak tövbe edin. Mücadeleden kaçınmayın. Başkasının aleyhinde konuşmaktan kaçının. Af edin. Teshil-i teehhümedin, tasadduğa davet edilince gelin… Boş yere bağırıp çağırmayın. Cihada koşun.1” diyerek seslenen beyannamesi ile Çeçen-Dağıstan bölgesinde bugün Rusların “Müridizm” olarak isimlendirdikleri Gazavat hareketi başlamış oldu. Hatta Çeçen-Dağıstan bölgesinde kısmende olsa İslam ideolojisi altında Rus yayılmacılığına karşı birlik oluşturdu. 1785 yılında Rus kuvvetlerini Elda’da yenilgiye uğrattı. Rusların yine aynı yıl toplanarak tekrar saldırdılar ancak yine kaybettiler. 30 Ekim 1785 yılında bu defa karşılarındaki düşmanı ciddiye alarak takviye ile gelen Ruslar Tatartub savaşında Şeyh Mansur’un birliklerine büyük bir darbe vurdu. Şeyh Mansur bu darbe sonucunda geri çekilmek zorunda kaldı. 1786 yılında Çerkesya’nın Küçük Kabardey bölgesinde, Çerkesler ile birlikte Rus birliklerine karşı mücadelede yer aldı. Bu mücadele başarılıydı, ancak Şeyh Mansur bu tarihten sonra 1787 yılındaki Osmanlı-Rus savaşına kadar hiçbir faaliyette bulunmamıştır. Şeyh Mansur’un faaliyette olmadığı bu dönemde Çerkesler, Batı Çerkesya’daki Rus ilerleyişine karşı hep mücadele içinde olmuştur. Çerkeslerin Rus ilerleyişine olan direncinin kırılması ve Rusların Anapa ile Tsemez’i ele geçirip Kuban’ın güneyine doğru inmeye başlamalarıyla Şeyh Mansur tekrar harekete geçmiş ve 1789 yılında Ruslara ağır bir yenilgi yaşamasındaki yerini almıştır. Ruslar bu yenilgiyle birlikte Anapa önlerinden çekilmek zorunda kalsada, 1791 yılında Anapa’ya tekrar saldırmışlardır. Bu saldırıda Şeyh Mansur esir edilmiş ve 1794 yılında kimi kaynaklara göre ağır işkence altında öldürülmüş, kimi kaynaklara göre doğal yollarla ölmüştür. Ancak şunun altınıda önemle çizmek gerekir ki Şeyh Mansur’un bu savaşta, Çerkeslerden daha çok 1787’de başlayan Osmanlı - Rus savaşında Osmanlıların ve Osmanlının Anapa kalesinin savunmasında bulunmuştur. Zaten bu savaşta esir edilmesinden sonra Osmanlı hükümeti Şeyh Mansur’un serbest bırakılması için çok uğraşmış ancak Çariçe’yi ikna edememiştir. Şeyh Mansur’un esir edilmesi ve 3 yıl sonra ölmesinden sonra Nakşibendiler 1820’li yıllara kadar bölgede hiçbir faaliyet yürütmemişlerdir. 1820’lerin sonunda tekrar Şirvan’da ortaya çıktılar ve Dağıstan’da hızla yayıldılar. 1829 yılında Gazavat’ın yeni imamı Gazi Muhammed oldu. 1830’da Hunzah’ta Ruslara karşı çarpışmasında çok ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldı. 1832 yılında Gimri’deki Rus saldırısı sonucu ölümüne kadar Ruslara karşı küçük çaplı saldırılarda bulunmuştur. 1832 yılında Gazi Muhammed’in ölümüyle birlikte Gazavat’ın yeni imamı Şeyh Hamzat olmuştur.. Hamzat’ın ilk hedefide Hunzah olmuştur. Dağıstan’ın Avar bölgesindeki Rus nüfuzunu kırmak maksadıyla Hunzah şehrini kuşatmış ve Rus yönetimiyle iyi ilişkilerde bulunan Hunzah yönetimine son vermeye çalışmıştır. Hunzah kuşatmasında, Humzah Han’ının annesi Bahu Bike; oğullarını Hamzat ile görüşmek üzere göndermişse bile Hamzat Rus işbirlikçisi olarak gördüğü bu hanı ve yönetimini ortadan kaldırmış ve şehrin yönetimini ele geçirmiştir. Ne var ki Şeyh Hamzat; 1834 yılında şaibeli bir suikast sonucu öldürülmüştür. Onun ölümüyle birlikte; 49 yıl önce Nakşibendi tarikatının Şeyh Mansur ile başlattığı gazavatın başına Şeyh Şamil geçmiştir. Şeyh Şamil gazavatın başına geçtiğinde 37 yaşındaydı. Gazavat ise Şeyh Şamil doğmadan 12 yıl önce başlamıştı. Şeyh Şamil’in aksine bütün Gazavat liderleri savaşın içinde ölmüşlerdi. Üstelik Şeyh Şamil’in gazavat lideri olduğu zaman ilk işi kendisinden önceki gazavat liderleri gibi Rus askeri yayılmacılığına karşı mücadele etmek değildi, Dağıstan halkını şeriata riayet ettirmekti. Bu bağlamda bölgedeki Rus Generali Klug von Klugenav’a amacını bir mektupla belirtmiş ve bahsi geçen mektupta; “Kendi Müslüman kardeşlerim arasında şeriatı yaymaktan başka arzum ve başkaca aradığım bir şey yoktur. Kendi istekleriyle şeriatı kabul edenleri ben güzellikle bırakırım. Kabul etmeyenlere zorla onu kabul ettiririm. Ümit ediyorum General, benim barış işlerimi sen de tasdik ediyor ve bunların neticelenmesini istiyorsundur. Ama general bu doğrultuda benim sana inancım sarsılıyorsa benim davamla senin davan çatışmadan durmayacaktır.” ifadelerini kullanmıştı. Netekim Rusya’nın Dağıstan’daki askeri faaliyetlerinin artması ve barışçıl bir yol izlememesi üzerine Şeyh Şami kısa sürede cihad ilan ederek Çeçenistan’a çekildi. Ensal’da Ruslar ile işbirliği yapan grupların, kendisinin çekildiği yerle ilgili Rus ordusuna istihbarat verdiği bilgisini edinen Şeyh Şamil, Rus ordusunu başarılı bir şekilde pusuya düşürerek ağır kayıplar verdirdi. Ancak bölgedeki kırılganlık karşısında daha sert politikalar uygulamaya başladı. Bu anlamda Çeçen köylerine girmiş ve kendisine biat etmeyen gruplarla mücadele etmiştir. Aynı zamanda Hunzah halkından olup Urutalılara yardıma gelenlerle çarpışmıştır. Daha sonra Andilel, Tıhnusulel ve Çerbilel, Burjuna geçmiş bölgede kendisine biat etmeyen hareketler ile mücadele etmiştir. 1837 yılına gelindiğinde Ruslar tarafından Hunzah köyü işgal edilmiş ve burada bir kale yapılmıştır. Yine İkic, Zatnuh, Huzal, Girgeb, Zeran, Belegun, Muksuh ve Gimre köylerinde de kaleler inşa edilerek köyler işgal edilmiştir. Yaşananlar üzerine Şeyh Şamil kuvvetlerini alarak sarp mevkilere sahip olan Ahulgoh köyüne gitmiş, etrafı tahkim ederek buraya yerleşmiştir. Netice olarak Ruslar ile yapılan çarpışmalarda iki tarafta nihai bir başarı elde edememiştir. 1838’de Rusların tekrar Ahulgoh köyüne doğru yöneldikleri haberini alan Şamil, Irgan köyüne doğru harekete geçmiş, bu mevkide Ruslara karşı direnerek ilk başlarda başarı sağlayabilmiş fakat çarpışmalar neticesinde mağlup olarak geri çekilmiştir. Irgan yenilgisinden sonra önce Çirukta’ya, oradan da Ahulgoh’a çekilen Şamil, kendisine karşı olan Ensallılarla mücadelelere devam etmiştir. Şeyh Şamil durmaksızın mücadelelere devam ederken Ruslar da Ahulgoh köyünü muhasara altına alabilmişlerdir. Bu muhasara sonucunda Şamil’in oğlunu rehin almak şartıyla anlaşma teklif eden Rusların bu isteği kabul edilmek zorunda kalınmış ve Şeyh Şamil oğlu Cemaleddin’i Ruslara rehin olarak göndermiştir. Aldıkları rehineyle yetinmeyen Ruslar, Şamil’in teslim olmasını istemişlerse de, asla teslim olmayacağını belirten Şeyh Şamil direnişini sürdürmüştür. Taraflar arasında yaşanan şiddetli çatışmalar sonucunda Şeyh Şamil maiyeti ile birlikte Ahulgoh köyünden çıkmayı başarabilmiştir. Ahulgoh çarpışmalarında oğlu Cemaleddin’i rehin olarak vermek zorunda kalan Şamil aynı zamanda büyük kayıplar vermiş, bir oğlu, ablası ve kesin olmamakla birlikte eşi de bu çarpışmalarda şehit düşmüştür. Uğradığı ağır kayıplardan sonra geri çekilen Şeyh Şamil, sıkıntılı bir süreç ve zorlu bir yolculuktan sonra az sayıda kalmış olan müritleriyle birlikte Çeçenistan ormanlarına ulaşmayı başarmıştır. Rus Çar’ının kendisine gönderdiği barış teklifini şu şekilde reddetmiştir:

“Ben, Kafkas Müslümanlarının hürriyetlerine kavuşması için ilaha sarılan gazilerin en aşağısı Şamil, Allahü Teâlâ’nın himayesini, Çar’ın efendiliğine feda etmemeye yemin eden, özü sözü doğru bir Müslümanım. Çarla görüşmek üzere, beni hala Tiflis’e çağırıp duruyorsunuz. Davete icabet etmeyeceğimi bildiriyorum. Bu yüzden fani vücudumun parça parça kıyılacağını ve hayatımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem, kararımı asla değiştirmeyeceğim. Savaşacağım… Cevabım bundan ibarettir. Nikola’ya ve kölelere malum ola…”

4 Ekim 1853’te Kırım Savaşı’nın resmen başlaması Osmanlı Devleti’nin Kafkasya ile ilgilenmesini zorunluluk haline getirmiştir. Sultan Abdülmecid Şeyh Şamil’e 9 Ekim 1853’te bir ferman göndererek onu Ruslara karşı cihada çağırmış, Şeyh Şamil’de bu çağrıya 13 Aralık 1853 tarihli bir mektupla cevap vermiştir. Mektubunda Tiflis üzerine bir askeri harekâta girişilirse Rusların Kafkaslardan çıkarılabileceğini belirtmiş ancak Osmanlı Devleti içinde bulunduğu zor şartlar sebebiyle bu teklifi uygulamaya geçirememiştir. Buna karşın Osmanlı Devleti 1854 mayısında Dağıstanlı Halil Bey’in teklifiyle Şeyh Şamil’e “Dağıstan Serdar-ı Ekremi” unvanını vermiştir.

Kırım Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Rusya bütün kuvvetlerini Kafkasya’da toplamış ve Osmanlı Devleti ile İran’dan gelen bütün ikmal ve silah yollarını kesmiştir. Bunun yanında Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Eflak-Boğdan ve Karadağ’da çıkan isyanlar gibi birçok iç ve dış mesele ile uğraşan Osmanlı Devleti,Dağıstan Serdar-ı Ekremi’nin destekleyememiştir. Rusya Çeçenistan üzerine yürümüş ve iki yıl süren bir direniş sonucunda Çeçenistan Rusya’nın eline geçmiştir. Şeyh Şamil uzun süren kanlı çarpışmalardan sonra Gunup Dağına çekilmek zorunda kalmıştır. Yanında bulunanların çoğunun ölmesi ile birlikte artık yapılacak bir şey kalmamış ve netice olarak elçiler aracılığı ile bir anlaşma yapılma yoluna gidilmiştir. 1859’da Şeyh Şamil ve ailesi Rusya’nın esiri olmuş ve kendilerine misafir gibi davranılmıştır. Prens Baryatinsky’nin karargâhına götürülen Şeyh Şamil ve oğulları saygıyla karşılanmış, ertesi gün de Temirhanşura’ya, Temirhanşura’dan Saint Petersburg’a, oradan da Kaluga’ya götürülmüşlerdir. On yıl sonra 1869’da kendi isteği ile Kiev’e gönderilen Şeyh Şamil, Çar II. Aleksander’dan daha önce de dile getirmiş olduğu Osmanlı Devleti’ne ve oradan da Hacca gitme isteğini yinelemiş, Çar da bu defa: “Bize karşı silah kullanmayacağınızı vaad ederseniz ala, dediğiniz gibi olsun.” Diyerek bu isteğini kabul etmiştir. Şeyh Şamil Rusların müsaade etmesi üzerine 31 Mayıs 1869’da İstanbul’a gelmiş, aynı gün Sadrazam, Şeyhülislam ve Dâhiliye Nazırını ziyaret etmiştir. Devlet erkânı ile yaptığı görüşmelerden sonra padişah ile de görüşmek isteyen Şeyh Şamil, 15 Ağustos 1869’da Sultan Abdülaziz tarafından Dolmabahçe Sarayı’nda kabul edilmiştir. 15 Ocak 1870’te Sultan Abdülaziz’e veda için ziyarette bulunan Şeyh Şamil, 25 Ocak’ta İstanbul’dan hacca gitmek üzere ayrılmıştır. Hacdan sonra 4 Şubat 1871’de 74 yaşında Medine’de ölmüş ve orada defnedilmiştir.

Şeyh Şamil’in buraya kadar Çerkesler ile ilgili hiçbir ilişkisi olmadığı çok açıktır.
Kaynakların verdiği bilgilere göre Çerkesler, kendilerine naip gönderilmesi için İmam Şamil'e defalarca başvurdular. General Vorontsov'un General Çernışev'e yazdığı 8 Kasım 1847 tarihli mektupta "Eylül (1847) sonunda Kubanlılar şeriatı yaymak ve hükümetimize karşı askeri faaliyetlerde onları yönetmesi için kendisine yakın Çeçenlerden veya Lezgilerden birini naip olarak göndermesi ricasıyla Şamil'e bir heyet yolladılar" deniyordu (AKAK X 590). Birkaç girişimden sonra Abadzehler Şamil'e ulaşmayı ve isteklerini iletmeyi başardılar. Şamil temsilcilere, böyle zor bir görevi yerine getirmeye muktedir, güvenilir biri olmadığını gerekçe göstererek ret cevabı verdi. Abadzehlerin kendisinden naip alma konusunda ısrarlı olduklarını görünce, yardımcısı Mirza Amir Han'a Kuban'a gitmesini teklif etti, fakat Amir Han bunu kabul etmedi (AKAK XII 1522). Görüşmeler sırasında orada bulunan Muhammed Emin, büyük sorumluluk gerektiren bu görevi üzerine almaya hazır olduğunu bildirdi. Muhammed Emin bir kaç açıdan dolayı Çerkesya mücadelesi içerisinde bulunmuş birisidir ve 11 yıl boyunca yok sayılmayacak çalışmalar yapmıştır. Yaptığı çalışmalar tüm Çerkesler içerisinde kabul görmemiş olsada ve hatta bu durum kendisini çok zorlamış olsa bile; tarihi bizim tarihimizdir. Çerkes tarihi içerisine gazavattan bir önder çıkarılacaksa bu Şeyh Şamil’den daha çok Muhammed Emin’in hakkıdır. Ancak şurası unutulmamalıdır ki Çerkeslerin vatanlarını savunması 1763 yılında başlamış ve 1864 yılında çok acı bir şekilde sona ermiştir. Muhammed Emin ise Çerkesya’nın bir bölümüne 1848 yılında gelmiş ve mücadeleye katılmış 20 Kasım 1859 yılında ise General Filipson'la yaptığı görüşmelerden sonra, ömür boyu yıllık 3 bin ruble maaşla ödüllendirilerek savaştan çekilmiştir. Yani Çerkesler Gazavat Çerkesya’ya gelmeden 85 yıl önce savaşa başlamış, gazavat’ın lideri teslim olduğundan, naibi yıllık 3 bin ruble maaşla ödüllendirileceği bir çekilmeden sonrada 5 yıl vatanlarını savunmaya çabalamışlardır. Gazavatsız 90 yıl boyunca Ruslara karşı savaşan Çerkesler, bu savaştan kendilerine bir lider çıkaracaklarsa 25 yıl savaşın sonunda Ruslara teslim olup Hacca giderek ölen Şeyh Şamil’den yada 11 yıl Çerkeslerle olup yıllık 3 bin ruble maaşla savaştan çekilen bir Muhammed Emin’den çok daha kutsal ve önemli liderler çıkarabilirler.
Share:

Hep siz yaratmak / Jıneps Temmuz



Toplumumuz kendine küçük-küçük, irili-ufaklı bir çok cemiyet kurmuş ve her bir cemiyetin ayrı bir Çerkesliği yaşıyormuşçasına, ayrı ayrı konulara, toplumumuzun en büyük sorunlarıymış gibi yaklaşım gösteriyor olmasından dolayı yazıyorum bu ay.


Bizim sorunumuz nedir biliyor musunuz?
Bizim sorunumuz daha biz ol(a)madan “siz” yaratmak. Bizi bul(a)madan, sizi icat etmek. Bu önemli sorun çünkü bir türlü olmayan “bizler” sürekli “sizleri” tartışıyoruz her mecrada.  Bakmayın şu alemde her yere yazılan “biz” kelimesine. Tek başına biz olandan tutunda, 3-5-10-100 kişiyle biz olana bakmayın. Böyle biz mi olunur yahu! Biz dediğinin temel bir doğrusu olur, bu temel doğrusu içinde sağı olur, solu olur.. erkeği olur, kadını olur.. büyüğü olur, küçüğü olur.. cahili olur, aydını olur… kavgası olur, barışı olur… hepsi birbiriyle mücadele halinde olur, ama hepsinin birbiriyle olan mücadelesinde bile temel doğruyu büyütmek ve güçlendirmek gibi bir amacı olur.
Oysa biz sürekli küçülmekteyiz
Var mı? Yok.
Eline kalem değen, kendini “biz” kabul ettirmek için sürekli bir “siz” yazıp duruyor. Daha “ben” olamamış kişilere: daha bu dünya için, kendi ailesi için, kendi geleceği için doğru karar verecek, düşünecek yetisi olmayan kişilere: “siz” demeyi öğretiyorlar.
İşte bu yüzdendir ki: Dünyanın diğer halklarında olduğu gibi iyisi ve kötüsüyle, eğrisi ve doğrusuyla oluşan “BİZ”, Çerkeslerde YOK. Çerkeslerde iyisiyle, kötüsüyle, eğrisiyle, doğrusuyla hep SİZ var.
Bir Çerkes toplumsal alanda kendini “ben” olarak var edebilmek için hep “sen” diye hitap eder bir ötekine. Ben bunları başardım, bunları ortaya koydum, bunun sağlanmasında katkılarım oldu demez! Bunlarla “ben” olmak zordur. O da “ben” olmanın bir diğer yolunu seçer: sen hiçbir şey başaramadın, sen ortaya hiçbir şey koymadın, hiçbir şeyin sağlanmasında katkıların olmadı deyiverir. Yani “sen yoksan; ben varım”
Oysa sen varsan, ben varım. Ben varsam, siz varsınız. Siz varsanız, biz olmalıyız. Ancak bu benliğin, senliğin, bizliğin ve sizliğin ortak bir birliği olmalı. Toplum olmak böyledir. Toplum; kişilerin aileleri, ailelerin kültürleri, kültürlerin dilleri, dillerin milletleri yarattığı bir yerde durur ve emin olun aynı aileyi oluşturan kişilerin bile arasında doğal bir mücadele, doğal bir çatışma hep olur. Ancak temelde bu; aile de bir “siz” yaratmak için değil, aileyi bir tutmak için önemlidir.


*

Ben küçük bir Çerkes iken hatırlıyorum da arkadaşlarımızla hep sülalelerimizi yarıştırırdık. Herkesin kendi sülalesi kendine en iyiydi, ama kimse kendi sülalesinin en iyi olduğunu kanıtlamak için sülalenin topluma katkısını konuşmazdı, diğer sülaleyle (veya sülaleye mensup bir kişiyle) ilgili o zamanlar doğru saymamayı öğrettikleri (uyuşturucu bağımlılığı, yabancılarla evlilik vs.) şeyleri ortaya koyardık kendi sülalemizi en iyisi yapabilmek için. Kendi taşralı (Reyhanlılı) Çerkesliğimizi övmek, göklere çıkarmak için Reyhanlı Çerkeslerinin, Çerkeslik (veya insanlık) için örnek gösterilecek derecedeki çalışmalarını değilde, başka Çerkes taşralarının yapmadıkları şeylerle ilgili konuşur dururduk. Hele ki çoğunluğumuzun Abzeh olduğu taşramızda, ne yüce bir boydan olduğumuzu Kabardeylikle kıyaslayan o zavallı halimizi hiç yazmayayım. O zamanlar başka Çerkeslerin, başka yerlerde aynı şeyi yaptığının garantisini veremem, ama yaptıklarınada eminim.  Çünkü; bugün dahi Çerkeslerin en iyi yaptıkları şey, kendilerini (veya ait hissettiklerini) var edebilmek için başkalarına saldırmak ve onları suçlamak. Biz olmanın bir çok güzel yolu varken, inatla ve sürekli bir siz yaratmaya çalışmak. Çünkü eğer bir siz yaratabilirlerse, kendilerinin “biz” olacağına inanıyorlar.  
Gelin; eğrisiyle-doğrusuyla “bir” olabileceğimiz, farklı şekil ve yöntemlerle düşünüp amacına Çerkesliği yerleştirebileceğimiz bir “biz” zemini oluşturalım. Hayat bizi nereye götürüyor, biz hayata iz bırakabiliyor muyuz? Toplumsal olanı tekrar hayat için üretebiliyor muyuz konuşalım.

Bu yazı Jıneps Gazetesi Temmuz baskısında yayınlanmıştır.

Share:

Dağ Yahudileri ve "Yahudi Çocukları kurtaran Müslüman Çerkesler"



Hayatımın laneti olarak ilgi duyduğum hikayeler, konular, haberlere hep vaktim yokken kavuşurum ben. Ne kadar ilgi duysam bile yeteri kadar zaman ayıramayacağım için hep not alırım böyle şeyleri: vaktin bol olduğu bir zamanda ilgi ve dikkatle araştırmak, okumak ve öğrenmek için… ama ne fayda? Kendi geleceğimle ilgili yaptığım en uzun plan dahi 6 günü geçemezken yani sözün özü ben hayatımdaki 7. günü bile ön göremezken, genelde aldığım notla kalırım ve aldığım not benim onu görmemi dahi yıllarca bekleyebilir. Geçtiğimiz akşam notlarımı şöyle karıştırırken buldum kendimi.. Hangisini bir diğerinden daha çok merak ediyorum acaba diye bakınırken..“Yahudi Çocukları kurtaran Müslüman Çerkesleri onurlandırmak” diye bir not almışım. Rahmetlik nenem geldi aklıma, Yahudileri hiç sevmezdi, çünkü Yahudileri sevemeyeceği, Yahudileri sevmemek için nedenleri olacak bir ömür yaşamıştı kadıncağız. 85’li yaşlarda alzheimer olduğunda bazı geceler aniden kalkıp evdeki havluları ıslatır eve hava giren ne kadar kapı ve pencere aralığı varsa oraları kapatırdı İsrail yüzünden. Evet: İsrail-Suriye savaşından kalma bir travmaydı. Yoksa hiçbir Yahudi kişisi ile alıp veremediği yoktu kadıncağızın. Yahudilere dair bildiği tek şey savaştı, bombardımandı, ölümdü, çocuklarını korumaktı sonuçta. Nenem en sinirlendiği zaman, bildiği en büyük küfür olarak “Yahudi” derdi. Nenemin dizleri dibinde geçen çocukluğumun cahil evresi süresince, Yahudiliğin ne olduğunu, Yahudilerin kim olduğunu bile bilmezken bende mecburen nenemin Yahudi nefretini paylaşırdım. Aydınlanma sürecim içinde, sebebini ve nedenini bilmediğim ve çocukluktan gelen bir çok nefretim gibi Yahudilere olan nefretimden de kurtuldum. Yinede defterimin arasında gördüğüm “Yahudi Çocukları kurtaran Müslüman Çerkesleri onurlandırmak” notu içimde çocukluğumdan bu yana yaşadığım her süreci hatırlatırken merağımı iyice cezbetti diyebilirim. İşte bu not üzerinden ve teknolojinin de epey yardımıyla bu konuyu irdeledim. Prof. Yair Auron’un Barış müzesinde “Yahudi Çocukları kurtaran Müslüman Çerkesleri onurlandırmak” üzere düzenlediği etkinlikten yola çıkarak bu sizlere bu yazıyı hazırladım. Bu yazıda hem etkinliğin sebebi olan kurtarılmış Yahudi çocuklarının hikayesini kendi tarzım ve çapımda anlatmaya karar verdim. Ancak belki hikayeden önce Kafkasya bölgesinde Yahudi varlığını ve Nazi ordularının Kuzey Kafkasya’daki etkinliklerini kısaca hatırlamakta fayda vardır.

Kovalev’e göre Naziler 1942 sonbaharında Hazar Denizi’nin petrol sahalarını ele geçirmek maksadıyla ilerlerken Kuzey Kafkasya bölgesine girdiklerinde; ele geçirdikleri bir çok yerde yaptıkları gibi Essentuki, Pyatigorsk ve Kislovodsk’ta yaşayan 8 bin Yahudi’yi öldürdüler.

Kuzey Kafkasya bölgesindeki bu denli Yahudi varlığı Nazi subaylarının kafasını karıştırmıştı. Bunlar, bugün bile araştırma konusu olan ve uzun zamandır Kafkasya bölgesinde yaşayan Dağ Yahudileriydi. Bu Dağ Yahudileri grubundan bazıları doğrudan Nazi işgali altında olan bölgelerde hayatta kalmayı başarmıştır. Kabardey’in başkenti Nalçik Yahudileri, Nazi işgali sırasında etkinlenmeyen gruplardan biridir. Nalçik Yahudilerinin doğrudan Nazi işgali altında olması dolayısıyla Naziler tarafından katledilmemiş olmasıyla ilgili bazı araştırmalar yapılmış olsada kesin bir sonuca varılamamıştır. Yahudilerin Kafkasya bölgesindeki varlığı çok eskidir. Ancak Kafkasya bölgesi insan tarihinin başından bu yana bir çok halk için bir kavşaktır. Bu bölgeden geçmemiş bir halk olmadığı bile söylenebilir. Hazar Denizinin batı kıyısı, Orta Avrasya ve Ortadoğu arasında seyehat etmek isteyenler için Kafkasya önemli bir yoldur. Sonuç itibariyle Kafkasya için söylediğimiz bu güzergahtan bakınca mesela Dağıstan Cumhuriyeti etnik açıdan dünyadaki en farklı bölgelerden birisi haline gelmiştir. Dilleri ve gelenekleri ilişkisiz bir çok halk yanyana yaşayabilmişlerdir . Ayrıca bu bolluğun bereketi olarak geliştirdikleri barış sayesinde bu farklı halkların her biri kendi dil ve geleneklerini binlerce yıldır korumayı ta ki Rusya’nın bölgeyi işgaline kadar korumayı başarabilmişlerdir. Rusya’nın bölgeyi işgal girişimiyle birlikte dine dayalı bazı hoş görüsüzlüklerden bahsedilebilir. İşte konumuzun bizi ilgilendiren kısmıda bizim bildiğimiz kadarıyla burada başlar. Gerisini araştırmak isteyen: Rusya’nın Kafkasya’yı işgaliyle birlikte din ve savaşın nasıl bir politikaya çevirildiğini araştırabilir. Biz konumuza dönecek olursak: Rusya’nın Kafkasya’yı işgal etmek üzere başlattığı askeri politikanın Kafkasya’nın (en çokta Dağıstan’ın) farklı halkları arasındaki ilişkileri bozması: (Daha çok 1820’lerde Rus barbarlığının vahşiliğini arttırmasıyla) bahsettiğimiz bölgedeki yerel liderler İslam bayrağı altında birleşmeye ve savaşı cihada çevirmeye başlamasıyla gelişmişti. Bu sebeple bahsettiğimiz bölgede yaşayan Dağ Yahudileri gerek Rus işgal politikasının yarattığı bu savaştan kaçmak gerekse bölgede artık kendilerini güvende hissetmemeleriyle, canlarını ve dini özgürlüklerini güvence altına almak üzere batıya göç ettiler. Ulaşmak istedikleri yer bir kaç farklı sebepten ötürü Çerkesya’nın en doğusundaki Kabardey bölgesiydi. Mesela ilgili tarihlerde Kabardey bölgesindeki savaş bitmiş sayılırdı ve bölgenin nüfusu 1790lı yıllardaki nüfusunun %10’nu kadar kalmıştı. Ayrıca Nalçik şehri bütün bölge için bir ticaret merkezi haline dönüştürülüyordu. Rus-Çerkes savaşı batıya doğru kaydığından, Çerkesya’nın doğusu batı Çerkesya’ya oranla daha istikrarlıydı. Ancak Dağ Yahudilerinin bu bölgeye ilgilerinin belkide en önemli sebebi, Çerkeslerin çoğunluğunun İslam dinine mensup olmalarına rağmen toplumsal ilişkilerinin Xabze tarafından belirleniyor olmasıdır diyebiliriz. Çerkesler hem kendi aralarındaki ilişkilerinde hemde çevrelerinde bulunan diğer halklar ile olan ilişkilerinde xabze kanunlarını uyguluyorlardı. Belkide bu özellikleri, Dağıstan’da kendini güvende hissetmeyen Dağ Yahudilerinin bu bölgeye gelme arzularındaki en büyük sebeplerden biriydi. Konuğun neredeyse kutsal olduğu düşüncesi Çerkes kültürünün önemli bir parçasıydı ve misafir asla teslim edilmezdi, misafirlerin sorgulanmasına dahi izin vermezlerdi. Dağ Yahudilerinin Çerkesya’daki varlığı böylece oluştu ve zamanla Çerkesya’nın bir çok bölgesi olmak üzere Kuzey Kafkasya’da Yahudi toplulukları oluşmuş oldu. Konuyla ilgili ayrıntılı okuma yapmak isterseniz kaynak yazının en altında [Kaynaklar] bölümünde bulunacak. Ancak henüz sona gelmeden önce Prof. Yair Auron’un Barış müzesinde “Yahudi Çocukları kurtaran Müslüman Çerkesleri onurlandırmak” üzere düzenlediği etkinlikte bahsettiği hikaye nedir diyecek olursak onuda şöyle anlatabilirim:



Nazi ordusunun Leningrad’ın kapısına kadar geldiği 2nci dünya savaşının en kritik zamanlarında Gürcistan SSC ülkede yaşayan Yahudi çocukları trenle tahliye etme girişimiyle başlıyor hikaye.. Çocukların bir çoğu 13-14 yaşlarında. Günlerce süren tren yolculukları sırasında bir gün Nazi ordusu treni bombalıyor ve onlarca çocuğun öldüğü söyleniyor bu bombalamadan. Tren bombardıman sonucunda hasar alıyor ve hayatta kalan çocukların artık trenle kaçma umudu kalmıyor. Bir Rus subayı eşliğinde at arabalarıyla ilerliyorlar. Bazı köylerden (muhtemelen Kazak köyleri) geçen çocuklar köylerde barındırılmıyor ancak Kazaklar çocukları Çerkes köylerine hiç girmemeleri, girerlerse öldürülecekleri konusunda uyarıyor. Ayrıca Nazi kuvvetleri de bölgededir. Ancak çocuklar geçen zamanda açlık ve hastalıktan perişan olmuş ve çaresiz durumdadırlar ve şanslarını denemekten başka kurtulma şansları kalmamıştır. Netekim Müslüman bir Çerkes köyüne girerler. Köyün erkekleri savaş yüzünden köylerinden uzaktadır. Köyde yaşlılar, kadınlar ve çocuklar vardır. Durumlarını anlattıklarında ise köylüler toplantı yaparlar. Toplantının konusu: Çocukları kabul edip etmemek değildir, çünkü çocuklar misafirdir ve Çerkeslerde misafirlik kutsaldır. Toplantının konusu gelen çocukların nasıl barındırılacağıydı ve neticesinde her hanenin bir çocuğu misafir etmesine karar verildi. Çerkesler çocukların Yahudi olduklarını ve Yahudileri barındırmanın tüm köyü tehlikeye atmak anlamına geldiğini biliyorlardı. Bu nedenle misafirlik boyunca hem köyün hemde çocukların güvenliğini sağlamak amacıyla Yahudi çocuklara hızlıca Çerkes isimleri olan yeni kimlik belgeleri çıkarttılar ve kendi evlerinde sakladılar. 152 gün süresince bu çocuklar Nazilerin kontrolünde kalan bu köyde Çerkeslerin içerisinde yaşadılar. Bu süre boyunca Naziler tarafından yalnızca 1 çocuk yakalandı ve katledildi. Diğer çocukların kaç kişi oldukları ve daha sonra ne yaptıklarıyla ilgili yeteri kadar belgeye ulaşamadım, ancak çeşitli kaynaklarda 30-40 kadar çocuk geçtiğini söyleyebilirim.






Kaynakça:


Avraham Burg, Haaretz tarafından okunan incelemeyi -
haaretz.com/jewish/books/.premium-1.727542
Amiramov, Sergei. Interview by Irina Moshel, October 12, 1998, Interview 39735, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.
Arad, Yitzhak. The Holocaust in the Soviet Union. Lincoln, Nebraska and Jerusalem. University of Nebraska Press and Yad Vashem, 2009.Asailova, Maral. Interview by Irina Moshel, January 10, 1998, Interview 39801, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.Ashurov, Mikhail. Interview by Svetlana Danilova, undated, unpublished paper.Ashurova, Bisirit. Interview by Irina Moshel, January 7, 1998 Interview 38626, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.Aslanbek, Mahmut. Karaçay ve Malkar Türklerinin Faciasi. Ankara: Çankaya Matbaası, 1952.Babich, Irina. Evoliutsiia Pravovoi Kul’tury Adygov (1860-1990-e gody). Moscow: Institut etnologii i antropologii RAN, 1999.Begun, I., ed. Gorskie Evrei: Istoriia, Etnografiia, Kul’tura. Jerusalem/Moscow, DAAT/Znanie, 1999.Biazrova, Zhneya. Interview by Sergei Shpagin, January 9, 1998, Interview 39800, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.Bugai, Nikolai, et al., eds. Natsional’no-Gosudarstvennoe Stroitel’stvo Rossiiskoi Federatsii: Severnyi Kavkaz (1917-1941 gg.). Maikop: Adygeiskii Resoublikanskii Institut Gumanitranykh Issledovanii, 1995.----------------. The Deportation of Peoples in the Soviet Union. New York: Nova Science Publishers, 1996.------------------ and Askarbi Gonov. Kavkaz: Narody v Eshelonakh. Moscow, Insan, 1998.Danilova, Svetlana, ed. Gorskie Evrei v Kabardino-Balkarii: Stat’i, Ocherki. Nalchik: “El’brus,” 1997--------------------------. “Zhivi i Pomni!” in Gorskie Evrei v Kabardino-Balkarii: Stat’i, Ocherki. ed. Svetlana Danilova.Nalchik: “El’brus,” 1997: 56-60.-------------------------. “Moia Bol’, Gordost’ i Nadezhda,” in Gorskie Evrei v Kabardino-Balkarii: Stat’i, Ocherki. ed. Svetlana Danilova.Nalchik: “El’brus,” 1997: 8-16.David, Itskhak. Istoriia Evreev na Kavkaze. Volume II. Tel Aviv: Kavkasioni, 1989.Feferman, Kirill. “Nazi Germany and the Mountain Jews: Was There a Policy?” Holocaust and Genocide Studies 21.1 (Spring 2007): 96-114.Gammer, Moshe. personal correspondence.Goble, Paul. “With a Stroke of a Pen, Daghestani City Tats Officially become Mountain Jews,”http://windowoneurasia2.blogspot.com/2013/05/window-on-eurasia-with-stroke-of-pen.html.Ifraimova, Shura. Interview by Irina Moshel, January 11, 1998, Interview 39747, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.Isakova, Fenia. Interview by Maria Lackman, February 8, 1998, Interview 39744, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.Kabuzan, Vladimir. Neselenie Severnogo Kavkaza v XIX-XX Vekakh: Etnostatisticheskoe Issledovanie. St. Petersburg: BLITs, 1996.Karcha, Ramzan. “Genocide in the Northern Caucasus,” Caucasian Review 2 (1956): 76.---------------------. “The Peoples of the North Caucasus,” Nikolai Deker, Andrei Lebed, eds. Genocide in the USSR: Studies in Group Destruction. New York: The Scarecrow Press, 1958: 41.Kovalev, Boris. Natsistskaia Okkupatsiia i Kollaboratsionizm v Rossii 1941-1944. Moscow: Tranzitkniga, 2004 .Motaeva, Guri. Interview by Sergei Shpagin, January 6, 1998, Interview 39597, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.Rabaev, E. A. «K Istorii Evreiskikh Obshchin Severnogo Kavkaza.» 1999. http://www.istok.ru/library/131-k-istorii-evreyskih-obschin-severnogo-kavkaza.html. 7 9 2013.Semenov, Igor. Kavkazskie Taty i Gorskie Evrei: Nekotorye Svedenii o nikh i Problemy Proiskhozhdenia. Kazan: Tan, 1992.Shamilov, Rovino et al., “Bud’te Prokliaty, Fashistskie Izvergi!” in Gorskie Evrei v Kabardino-Balkarii: Stat’i, Ocherki. ed. Svetlana Danilova.Nalchik: “El’brus,” 1997: 50-4.Yagudaev, Nagdimoso. Interview by Maria Lackman, August 19, 1998, Interview 46312, video, Shoah Foundation, University of Southern California, Los Angeles, California.

Share:

Geleceğin bir Gelecek Hayali



Bizim Çerkeslerin en büyük sorunlarından birisi odak problemi galiba. Ne zaman güncel hayatımızı kaleme almayı ilke edinmiş bir Çerkes yazarını açıp okumaya başlasam; güncelin hep Çerkesleri teğet geçen ifadeleriyle aklımı karıştırıyorum. Dernekleri ve federasyonları saymazsak Çerkeslerin içinde birçok irili-ufaklı enformel grup var. Bu grupların çok olmasının nedeni çok fazla fikir ayrılıkları barındırmaları değil. Aynı düşünceden beslenen ancak yine de iç içe geçmeyen gruplar da var. Grupların bir çoğunun içerisinde de kişisel farklılıkları grup içine yansıtarak hep an kollayan bir mücadele var. Her an bir grubun içinden çıkıp, başka bir grubun içinden çekerek yeni bir grup olarak harekete geçecek bir potansiyel var. Gruplar genelde iki merkezli ve bir merkezleri elbette hepimizin şıp diye anlayabileceği gibi; Çerkeslik merkezi. Diğer merkez ise genel olarak çok fazla ayrıntılara bölünmüş şekilde Çerkeslik olmayan merkezleri. Yani nedir derseniz; işte kimisi felsefe, kimisi ekonomi, kimisi inanç gibi şeyler. Bir taraftan hepsinin ortak merkezi olan Çerkeslik, bu grupları pekiştirmek ve çalıştırmak için fırsat gibi gözükse de, diğer taraftan ikinci merkez olan diğer şeyler bu grupları ayrıştırmak ve hatta çatıştırmak isteyenlere fırsat oluyor.

Burada insanın motivasyon faktörü çok önemli tabi ama; genelde insanımızın düşünürken ve yazarken kendisini motive ettiği alan Çerkes merkezli olmayınca yani diğer ikinci merkezinden gelişince; insan yukarıda anlattığım bu grupların ikinci merkezlerine saldırarak Çerkes merkezlerini fethetmek üzerine bir düşünceye kapılıyor. Bu sadece birinin birine yaptığı şey değil, genel olarak farklı merkezlerin birbirine sürekli uyguladığı strateji. Belki strateji bile değil... Plansız, üstüne düşünülmeden, doğal olarak gelişen bir refleks.

Böyle konuları okuyunca ya da yukarıda anlattığım bir olayı tam da yaşarken, bu sorunun çözümü için herkesin aklına “ikinci merkezi” dışarıda bırakmak gerektiği geliyor. Çünkü ikinci merkez ortadan kalktığında herkesin Çerkes merkezinde birbiriyle kenetleneceği gibi saf ütopyalar kuruyoruz. Ancak ne yazık ki sadece Çerkesler değil, hiçbir insan tek kimlikli yaşamıyor hayatta. İnsanların ve doğal olarak Çerkeslerin hem toplumsala dönüşmüş hemde bireysel olarak hayatlarında taşıdıkları birçok kimliği bulunuyor. Çerkes gruplarının kendi içinde ve Çerkeslerin umuma açık meclislerinde de yeteri kadar konuşulmamış şeylerden birisi de dünyada insanların artık tek kimlikli bir hayatı yaşamıyor oluşu. Her insanın artık birden fazla kimliği var ve insanların önceliklerini de belirliyen şeyler olabiliyor bu kimlikler. Artık insanlarımız sadece Çerkes değiller. Hayatı sadece Çerkesliklerine bakarak değerlendirmiyorlar. Kazanmak istedikleri, korumak istedikleri, büyütmek istedikleri tek şey Çerkeslik değil. Belki bir çoğunda, söylemin dışında gelişen pratiğe bakılınca; Çerkeslik ‘korunmak, yaşanmak, büyütülmek, kazanmak’ istenen şeylerin listesinde bile olmuyor. Bunları gözetmek gerekir. Bunları konuşmak, tartışmak gerekir ve hatta bunları konuşurken, tartışırken; bir disiplin de olmalıdır. Bilimsel bir disiplin olmalıdır. Uzman kişilerin bu disiplini oluşturması gerekir. Tartışmaları atışmalardan ayırararak; farklı görüşleri bu disiplin içinde tartışmaya açmak ve bu tartışmalardan bu disiplin çerçevesinde bir sonuç çıkarma amacı gütmek gerekir.

Bu disiplinden yoksunuz ve gruplarımızın birbiri arasında yaptıkları şeyler de, tartışmaktan ziyade atışmaktan öteye gitmiyor. Çerkes camiasının alanlarında ortaya çıkan önemli ya da önemsiz her konu bir atışma alanına çevriliyor. Bu alanda gruplar, daha doğrusu grubu kalemleriyle motive eden yazar-çizer takımları; Çerkeslik meselesine sadece kendi doğrularına nicelik kazandırmak amacıyla kullanılabilir bir insan kaynağı gözüyle bakıyor. Daha temiz deyimle: İnsanları örgütlemek için değil, örgütü kalabalıklaştırmak çabası sürdürüyor. Eğer bu bir politika ise, bu politikaya Çerkesleri ilgilendiren yakın tarih üzerinden şöyle açıklama getirebiliriz.

* Demokratik açılım sürecinde Türkiye’de hiçbir haktan yararlanamayan tek kalabalık unsur Çerkes halkı oldu.

* Çerkes sorunu hiç kimseye anlatılamadı.

* Çerkes talepleri Çerkesler tarafından dahi kabul göremedi.

* Suriye’deki terör saldırıları ve iç savaş sürecinde bu savaştan etkilendiği halde Çerkesler ne dünya gündeminde, ne Rusya gündeminde ne de Türkiye gündeminde çok ilgi gören bir konu olamadı.

* Çerkesler hiçbir zaman hiç kimse için caydırıcı bir kamuoyu oluşturamadı.

* Hiçbir toplumsal proje üretilemedi, üretilen projeler hiçbir zaman toplumsal olamadı.

* Çerkes kimliği siyaset için şahıslar tarafından üniforma yapıldı. Şahsi kariyer için bu kimlik araçsallaştırıldı.

Ben dünyadaki hiçbir etnik kimliğe beğenmemezlik etmem, ancak toplumumuzun genelinde insanlar ne yazık ki Çerkes kimliklerini sözle-lafla öyle yüceltmişlerdir ki; Çerkes olmayan hiçbir toplumu beğenmezler. Onlar şöyledir, bunlar öyledir, bizde falanca yüzyıldır şöyleyken bunlarda daha yeni böyledir gibi laf kalabalığından geçilmez. Ancak şunu da not olarak düşeyim: Yaşadığımız bu coğrafyada son 10 yılda olan biten her şeyde hiç kazanmadan hep kaybeden tek kalabalık unsur: biz yani Çerkesler olmuştur.

Şapka öne konulmalı; kelimiz de kimseden saklanmamalıdır.

Gelecek vizyonu, geçmiş deneyimler olmadan hiçbir şey ifade etmez ve Çerkesliğin geçmiş 150 yıllık deneyimi tek cümlede: hep kaybedip, utanmadan sürekli övünmek olmuştur.

Peki ne olmalıydı? derseniz; olmayan şeylerin değerlendirmesini yapmanın bu saatten sonra bir değeri yok. Uzak veya yakın tarihin birçok kırılma noktasında bulunmuş Çerkes halkı için, her kırılma döneminin kendi şartlarına uygun yüzlerce teoride bulunabiliriz. O zaman şöyle olsaydı, böyle olmazdı diye iddialarda bulunabiliriz. Ancak her çağ kendi içinde farklı gerçeklikler ve gereksinimler barındırıyor. Bizim sormamız gereken soru bugünden yarına doğru “peki ne olmalı?” sorusu olmalı.




Peki Ne Olmalı?

Bu soruya tek başıma benim cevap vermemin de, başka birilerinin de bu soruya tek başına cevap vermesinin de toplumsal bir değeri yok. Bu soruya hep birlikte - atışarak değil tartışarak- bir disiplin içinde cevap vermemiz gerekir. Niceliği örgütlemeye çalışan anlayışımızdan önce, niteliği örgütlemeye çalışmamız gerekir. Doğrusu ise, niteliğin kendisini Çerkeslikte örgütlemesi gerekir. Bu örgütlenmenin temelinin Çerkeslik olan bir disiplinle inşa edilmesi ve bugün Çerkeslerin, Çerkeslik haricindeki diğer tüm kimliklerini içinde nitelik olarak barındıran üyeleriyle çalışması gerekir. Bu örgüt; Çerkes halkının ‘Aydınlar topluluğu’ olarak Çerkeslerin içinde yaşayan her ikinci-üçüncü vs. kimlikleri barındırmalı, bu kimliklerin Çerkeslikle ilişkilerini değerlendirerek formüller bulmalıdır. Daha da önemlisi Çerkesliği bu kimliklere eritmeyen, bu kimlikleri Çerkeslikte eriterek toplumu önce bir HALK olarak; her düşünceden, her sosyal sınıftan, her cinsiyetten örgütlemelidir.



 Bu makale Jıneps Gazetesi Mayıs 2018 baskısında yer almıştır.

Bu metni kaynak göstererek kullanabilirsiniz.


https://www.jinepsgazetesi.com/makale/gelecegin-bir-gelecek-hayali-2078

Share:

Çerkes Nezaketi: Saygı ve Adalet



Çerkesler bir kişinin yaşına, cinsiyetine, sosyal durumu veya milliyetine bakılmaksızın saygı duymayı öğütleyen bir kültürün sahibidir. Üstelik Çerkeslerin karşılarındakilerine duydukları bir saygı koşulsuzdur yani bu saygı hiç kimsenin değiştiremeyeceği, kişinin doğuştan hak ettiği bir şeydir. Eüer Eski Çerkesler bu konuda şöyle öğütlerdi: “insanın adına dikkat edin”, “insanın adını yok etmeyin.” diyerek. Bir kişiye gösterdiğiniz saygı, sizin görmeniz gereken saygının yansımasıdır. Kişinin saygınlığına ve onuruna yapılan her girişim, utanç vericidir. Herkes onur ve saygınlığını ancak kendisi yitirebilir. Onur ve saygınlık başka hiç kimse tarafından yok edilemez.




Herhangi bir konuda anlaşmazlık olduğunda ve toplum bu anlaşmazlığa müdahil kılındığında şu unutulmamalıdır. Çerkeslerde hiç kimsenin dokunulmazlığı yoktur. Hiç kimsenin sülalesine, yaşına, cinsiyetine bakılmaz ve herkes eşit kabul edilir ve eşit haklara sahiptir. Bu da herkese yalnızca kişi oldukları için gösterdikleri saygının yansıması olarak kabul edilir.




Çerkesler kendi toplumsal işleyişlerindeki bazı özel noktalar hariç ayrımcılığı hoş görmezler. Herkese hak ettiği saygıyı gösterirler. Ancak özel noktalar şöyledir: Hiçbir Çerkes sadece kendi onurunu korumakla sorumlu değildir. Toplumsal onuru oluşturan -Yaşlıların onuru-, -Ebeveynlerin onuru-, -Kadınların onuru- ve -Misafirlerin onuru- bütün Çerkesler tarafından korunmalıdır. Bu insanlara karşı yapılan saygısızlık bütün Çerkeslere yapılmış sayılır ve bu insanların onurunu korumak, göreceli olarak Çerkesliğin şerefinin de büyük bir parçası sayılır.




Çerkeslerin ulusal karakteristik özelliklerinden birisi haline gelen bu onur ve saygı, Çerkes nezaketini oluşturan inceliğin temelidir. Çerkesler başkalarının şerefini ve onurunu incitmekten, en az kendi onurları ve şereflerinin incinmesi kadar korkarlar. Bu yüzden günlük iletişimlerinde dahi olağanüstü bir incelik bulunur. Yaşlıların konuşmalarını kesmezler ve onları asla suçlamazlar.Yaşlıların ve kadınların herhangi bir isteklerini yerine getiremeyecek olduklarında bunu özür dileyerek ve onları ikna edecek argümanlar eşliğinde söylemek zorundadırlar. Yaşlıların, kadınların ve misafirlerin isteklerine önem gösterilmek zorundadır. Birileri hakkında utanç verici söylentilerin yayılması çok büyük bir hak ihlalidir. (Örn: Boşanmış eşlerin birbirleriyle ilgili utanç verici söylentiler yayması) Yaşlıların, kadınların ve misafirlerin oldukları yerlerde asla yüksek sesle konuşulmaz ve onları rahatsız edecek şeyler söylenmez/yapılmaz. Bu kişilerin rahatsız olabilececeği ancak söylenilmesi zorunlu olan hallerde yine özür dilenerek ve son derece hassas bir şekilde söylenmesi gereklidir.




Çerkeslerin misafirlerine olan saygısı ve onların onurlarını kendi onurları saymalarıyla ilgili şöyle bir öykü bulunmakadır:




Bir zamanlar bir prens birisini yemeğe davet etmiştir. Davet ettiği konuk yemeğini çatal ve bıçak kullanmadan elleriyle yemeye başlayınca, Prens onu utandırmamak için kendi bıçağını ve çatalını bırakarak yemeğini elleriyle yemeğe başlamıştır. Böylelikle konuğunun onurunu ve itibarını korumuştur. Çerkesler için nezaket; onur ve şerefin başlangıcıdır. Yazılı olmayan ancak güçlü bir şekilde uygulanan ve bilinen güçlü bir yapıdadır.




Ayrıca Çerkeslerde “kişisel alan” saygısıda bulunmaktadır ve hiç kimse geçerli bir sebebi olmadıkça başkasının alanını işgal edemez. Bu durum genellikle ayakta durulan halleder 2 metredir.




Ayrıca hangi yaşta veya şartta olursa olsun, bir kişinin kendisinin veya birisinin onurunun takdir edilmesini istemesi ve talep etmesi doğru karşılanmaz. Çerkeslere göre herkes kendi onurunu ve şerefini kazanmak zorundadır. Dolayısıyla en başta belirttiğimiz gibi: herkesin kendi onurunu ve şerefini ancak kendi davranış ve hayatıyla yitirebileceği gibi, onurunu ve şerefini davranış ve hayatıyla kendisi kazanabilir. Çerkeslerde hiç kimse başka birine onur veremez ve alamaz.
Share:

Çerkeslerin Asaleti: Xase ve Demokrasi


Çerkesleri “asaletin ve nezaketin” timsali saydıran en önemli özelliği, halkın içinde soylu bir sınıfın bulunmasından ziyade toplumun tamamının soylu olması için tasarlanmış kültürüdür. Çerkesler çok eski zamanlardan beri bir insanın soylu sayılabilmesi için ihtiyaç duyduğu “onur ve şerefi” toplumun içinde en önemli değer olarak yaşadılar ve böyle yaşamayı ilke edindiler. Yaşlılar hayatlarıyla gençlere bu ilke etrafında yaşamayı nesiller boyunca aktarmayı başardılar.


İşte bu onur ve şerefin en değerli olduğu ilkenin nesiller boyunca kusursuz aktarımı Çerkes halkını “asaletin” bir yansıması haline getiriyordu. Ancak yinede her kişinin bu asaleti koruması beklenirdi. Çerkeslere göre onur ve şeref çok zor kazanılan ancak çok kolay kaybedilebilirdi. Birinin asaletini koruması için, en temel olarak kendisinde olan bir şeyi, ihtiyacı olan başka bir kişi istediğinde verebilmesiydi. Cimrilik Çerkes toplumunda şeref kaybına yol açan bir hadiseydi. Bu sebeple, feodal düzende prensler dahi şereflerini kaybetmemek için kendileri için dikilmiş elbiseleri başkalarına verir ve kendileri herkesin ulaşabildiği mütevazi kıyafetler giyerlerdi.

Her Çerkesin en temel görevi: Yaşlılara, yetimlere, dullara ve elbette çocuklara bakmaktı, onları gözetmek, korumaktı.

Ayrıca asaletin korunmasıyla ilgili belli başlı yasalarda bulunurdu. Bunlar şöyleydi:


Düşmanını asla arkasından vurarak öldürmemek

Silahsız bir düşmanı öldürmemek

Rakiplere karşı her zaman eşit şans vermek

Atını bir dost olarak görmek, öyle yetiştirmek

Kibirli, egolu, düşkün olmamak

Arzularını kontrol altında tutabilmek

Güzel konuşmak ve nazik olmak

Yiyeceklerde seçici olmamak,

Onurun çok yavaş kazanıldığını ancak hızlıca kaybedilebileceğini unutmamak

Şeref kaybetmeyi ölmekten beter saymak

İnsanlara karşı, özellikle kadınlara karşı dikkatli ve saygılı davranmak.


Çerkesler toplum olarak bu onur ve şeref için yaşarlar ve onu asla kaybetmemek ve lekelememek için herşeyi yaparlardı. Bu insanlar içerisinde halk içinde en sevilenler Çerkes Xasesinin içinde olurlardı.


Çerkesler çok eski zamanlardan bu yana bu yasalar konusunda çok titizlerdi ve her aile çocuğunu “Xase’ye katılmayı hak et” felsefesiyle büyütürdü.


Xase Çerkeslerin toplumsal düzenini belirleyen ve dışarıya karşı bir duruş sergileyen bir parlamentoydu. Xase konseylerinde bulunanlar gündemde olan her türlü önemli mesele için kararlarını verirler ve arkasından okçuluk, aş atma, güreş ve dans, şarkı söyleme ve ustalık yarışmaları düzenletirlerdi. Xase konseyleri periyodik olarak toplumsal düzeni sağlayacak ciddi kararlar alır, böylece daha değerli demirciler, silah ustaları, savaşçılar, bilgeler, kahramanlar, terziler ve harika hatipler çıkmasına vesile olurlardı. Bir halk meclisi olarak Xase’nin en önemli başarılarından biri; alınan kararların en uzakta kalmış Çerkesler tarafından dahi takip edilmesiydi. Modern dünyanın demokrasi ile yürürlüğe girmiş bu hakkı, Çerkesler için eskiden eskiden bu yana yürürlükte olan ve asaleti koruyan en önemli değerlerden biriydi.
Share:

Dünya Pelte, Xabze Xabzeyken...




XABZE

Xabze bugün yeni formu ile Çerkes dünyasında yaşamaya devam ediyor. Kendi özünden çıkalı ve değişeli bir insan için çok eski, bir toplum için ise çok yeni olsa da toplum eskiyi unutmakta, insan geçmişi hatırlamakta çok mahır.

Xabzenin bugün ortalarda dolaşan formatı her yerde, her görüşe, her mezhebe uygun biçimde bulunabilir; peki Xabze’nin xabze olduğu zamanlardaki formatı?

Ben bu küçük belgeyle sizlere XABZE’nin okyanusundan bir Kepçe vermeye çalışacağım.

****
Xı kelimesi sınırsız, okyanus, evren anlamına gelir, bze sözcüğü dil anlamındadır. Yanı Xabze Dünyanın, Evrenin dili, temeli ve yasası anlamındadır.

Bugün Çerkeslerin yazılı olmayan anayasası olarak bilinen Xabze, Eski Çerkes dininin (Çerkes paganizminin) topluma şekil veren ve toplumun kişiden kişiye, toplumdan topluma, insandan dünyaya ve doğaya karşı yaklaşımını belirleyen öğretileridir. Çerkeslerin eski dinlerindeki hayattan bugüne yaşamlarında bir çok şey değişmesine rağmen Xabze’nin format değiştirerek toplumla bugünlere gelmesinin temel nedeni; Xabze’nin değişimi engelleyen değil, hatta onu destekleyen bir din olmasından kaynaklanmaktadır.

Xabze dininde “Tha” tek tanrıdır. Görünmezdir. Evrene yayılmıştır. Dünyanın ve yasalarının yaratıcısı ve kaynağıdır. İnsana bilgisinin olanağını sunar ve böylece insan Tha yakınlaşır. Tha doğrudan günlük hayata karışmaz, mucizeler ve diğer doğaüstü olaylar ona özgü değildir. İnsanlardan ibadet beklemez. Evrenin yaratıcısı, insanın ibadetine muhtaç değildir. Tha’ya saygı göstermek, O’na, O’nun dünyasına ve yasalarına saygı ifade etmek için insanlar dini kendi seçimleriyle ibadet ritüellerinde bulunur.

Xabze Geleneksel İbadet Ritüeller şu şekildedir:

1-21 Mart arası -Bahar Sonrası

Bu tarihler arasında hiçbir şekilde et yenmez, ancak süt ve yumurta gibi gıdalar yenilebilir.

21-22 Mart Gece yarısı -Yeni Yıl

22 Mart sabahı -Yılbaşı gecesi

21-23 Haziran -Kadınlar şöleni

Efsaneye göre Setenay Guaşe güneşten 3 gün durmasını istemiş ve güneş 3 gün durmuştur


Sonbahar ekinoksundan bir ay önce -Oruç (1 ay)

Gündüz vakti yemek yemekten kaçınılır ancak su içilir.

Sonbahar ekinoksundan sonraki ilk perşembe -Sonbahar sonrası

21-22 aralık -Kış Gündönümü


Bu tür ibadetleri; Thamade, Thakako, Thapsh, Ahokh uzmanları başlatır. Thamade, Thakako, Thapsh, Ahokh uzmanları bilginin taşıyıcısı, ayinlerin lideri, ibadetlerin başlatıcısıdır; ancak bu sistemde bir tapınak kültürü yoktur, bu din doğal ve açık alanda yaşanır. Ancak bu ritüellerin yapılması için seçilen doğal yerler “kutsal” ilan edilir ve oradan hiçbir zaman hiçbir şey kesilmez ve alınmaz. Genellikle yerin seçiminde de üzerine yıldırım düşmüş bir ağacın altı seçilir. Her insanın doğrudan Tha’ya ulaşabileceği inancından dolayı; peygamber, rahip, kahin benzeri ilahi iradenin tercümanı olabilecek kimse bulunmaz. Tha ile insanlar arasında aracı yoktur.

Xabze yasaklayıcı bir sistem değildir ve istisnalar dışında yasaklar üzerine kurulmamıştır. Xabze hem insan hemde toplum için insani gelişmenin mümkün olduğu bir sistemdir ve değişimle uyumludur. Xabze sisteminde ceza olarak bedensel yaralama yoktur. Xabzenin bir diğer özelliği ise genellikle sürekliliği ve geleneği korurken, değişim şartıdır. Bu insanı ve toplumu çevreleyen dünyanın sürekli değişmesi gerçeğinden kaynaklanmaktadır ve yeni ortaya çıkan görevleri başarılı bir şekilde çözmek için, probleme yaklaşımları ayarlamak gerekir. Bu özelliği Xabzenin temel felsefelerinden birinin ne kadar başarılı olduğunun kanıtıdır, değişen dünyada gelişen sorunlara çözüm üretebilmektedir. Xabze dört bütünleşik felsefi yaklaşımıyla:

1-Kişinin sahip olması gereken niteliklerini
2-Bir kişinin başkalarına karşı tutumunu
3-İnsanın dünyaya ve doğaya karşı tutumunu
4-İnsanın Tha ile olan ilişkisini belirler.

XAbze’nin doğaya karşı tutumunu belirleme örneklerinden:

İnsanın doğaya karşı tutumu, etrafındaki dünyaya karşı tutumu Xabzenin bir parçasıdır.

Xabzeye göre doğa, Tha’nın yaratması, tezahürü ve yaşayan tapınağıdır.

Xabze doğaya sadece saygı duymayı değil, onu sevmeyi ve korumayı gerektirir.

20 Ekim gününden önce ve şubat ayından sonra avlanılmaz.
Avlanmak için dışarı çıkan kişi; karada dolaşan, havada uçan yada suda yüzen hayvanlardan sadece bir tane yakalama hakkına sahiptir. Bu nedenle Çerkesler avlanmak için sadece 3 ok alırlar.

Dişi, genç ve özellikle güzel-büyük hayvanları avlamak yasaktır.

Ağaçlar ancak sap akış süresi sona erdikten sonra kesilebilir.

Baltayla ormanda yürüyen bir kişi baltasını saklamak zorundadır.

Bir evin inşaatının tamamlanmasından sonra doğaya olan borcunuzu iade etmeniz gerekir. Bir ev inşa etmek için kestiğiniz ağaç kadarını dikin.

Meyveleri toplarken, dallarını kırmadan toplamalısınız ve yabani hayvanlar için meyvelerin en az üçte birini ağaçta bırakmalısınız.

Ormanlık alanlarda, ibadet yeri olarak seçilen alanlarda ne dallar ne de ağaçlar kesilemez.

Çimler elle yolunmaz.

Nehirler ve Akarsular dünyanın atardamarlarıdır. Temiz ve özenli tutulmalıdır.

Xabze insana bu dünyada geçici olarak bulunduğunu hatırlatmayı gerektirir ve bu nedenle doğa sadece bizim değil, bizden sonra gelenlerindir.



Xabze, Psape

Psape, onurun korunması, şefkatin tezahürü gibi kategorilerle birlikte insanın ruhunu iyileştirmenin bir yolu olarak; muhtaçlara yapılan yardımdır. Kelime iki bileşenden oluşur “Pse” Ruh - “Pe” Başlangıç, Kaynak, Üs. Bu nedenle Ruhsal başlangıç olarak ifade edilebilir. Psape’nin yardıma ihtiyacı olanlara yardım sağlayarak manevi doyum sağladığına, ruhsal olarak zenginleştirdiğine inanılır. Ruhu kusursuzlaştırmanın bir aracı olarak kabul edilir. Psape işleyen kişi hakkında büyük bir saygıyla bahsedilir.

Psape işleyen kişi hiçbir karşılık maddi manevi hiçbir karşılık beklememelidir. Bunların peşinde koşarsa, karşılığında bir beklentiye girerse o zaman yapılan Psape sayılmaz çünkü ücretsiz değildir. İzin verilen tek ödül: neşe ve memnuniyet duygusudur yani yaptığı iyilikten alacağı tek ödül Psape gerçekleştirdiğinin farkına varmasıdır.

Makbul olan Psape’nin isimsiz olduğu, yardım sağlanan kişinin bunu kimin yaptığını bilmediği şekildir. Örneğin: Yakacak odun kesmek için yalnız yaşlı bir kadının bahçesine geceleri gelir ve odunlarını gizlice keserler. Başka bir örnekte: Ekonomik durumunu kötü olan bir kişinin kapısının önüne sabah erken saatlerde gizlice yiyeceklerin bulunduğu sepet bırakılır.

Böyle gizli Psape’nin önemli yönü şudur: Yardımın verildiği kişinin şükranları bu durumda belirli bir yararlanıcıya yönelik olmaz. Bu yardımı alan kişiyi hayırsevere ahlaki bir bağımlılıktan, onun lehine bir zorunluluktan kurtarır. Psape’yi işleyen kişi memnuniyet, rahatlama ve neşe hissederse Psape hedefine ulaştı sayılır.

**

Sizlere bu belgede eski Xabze’yi ve bu eski Xabze’de Thamade’yi.. ve Thamade’nin görevini ve Xabzenin dünyaya ve doğaya karşı tutumuzu belirleyen bir takım bilgileri aktarmaya gayret ettim. Eksiğinin çok olduğu kuşkusuz doğrudur, ancak yazılı tarihi olmayan bir halkın radikal deformasyonlar geçirmiş ve kendi formatını kaybetmiş önemli bir değeriyle ilgili doğru-tarafsız bilgiler bulmak kolay değil. Bu konulardaki araştırmalarım ilerledikçe sizlerle paylaşacağım.
Share:

Jıneps Gazetesi Mayıs Baskısı: 19 Mayıs, 20 Mayıs, 21 Mayıs…





Soykırımın 155. yılı…





Yüzlerce yıllık tarihe akmış kan ve gözyaşını düşünüyorum. Anaların, genç kadınların ve çocukların sessiz feryatlarını.. Oğullarını toprağa vermek zorunda kalan ihtiyar bir babanın yürek sızısını.. Tarih bunları tarif edebiliyor mu acaba? Kendini vatanını savunurken ölenlerin acısı mı daha ağırdır yoksa vatanını savunmak için ölenlerin ardında kalanların, gemilere bindirilip gitmek zorunda olması mı vatanlarından? Sürgün çocuklarının kendi vatanlarına yabancı olması mı yoksa; hangisi?





Üstümüzde tarihin yükü, iki imparatorluk arasında; özgür olmak kolay mı sandınız? İki canavarın dövüşünden arta kalana bakın hele: kanayan bir tek biz kalmışız! Çerkesyamızın yarasıyız biz, 155 yıldır kanamaktan artık kurumaya başlayan Çerkeslik yarasıyız. Bakın; bu toprakların yabancısıyız biz, Türkiye’nin yabancısıyız! Suriye’nin yabancısıyız! Irak’ın yabancısıyız, Lübnan’ın, Ürdün’ün, İsrail’in yabancısıyız. Biz: Karadeniz’de batan gemilerden değil, sahile vuran ölülerimizden değil, 40 gelin Çeşmesindeki gelinlerimizden değil, bataklıklardaki sıtma virüsünden değil, Gönen’den, Manyas’tan, Kosova’dan, Menbiç’ten, Golan’dan, Hicaz demiryollarında sürünmekten değil; vatanımızdan kanıyoruz! Sürgünde kanıyoruz! Sürgünden ölüyoruz! Çünkü Çerkes olmak yetmiyor, Çerkes kalmak zorundayız! Çerkesler Çerkesya olmadan, Çerkesya Çerkesler olmadan olmuyor: ikisini bir arada tutmak zorundayız! İkisinden biri olmayınca sürekli kanıyoruz! Azalıyoruz! Tükeniyoruz...





Ey Çerkes evladı! Bir halkın en büyük düşmanı, kendi içinde yarattığı düşmanlarıdır. Çünkü her vuran Çerkesliğe vuracak, her vurulanda Çerkeslikten vurulacaktır böyle bir düşmanlıkta! Ne diye kendine, kendinden düşmanlar yaratmakla uğraşır durursun? Yetmez mi kanadığın, 155 yıldır kanıyor yaran! Sen vatansız mısın? Sana yetecek kan kalmadı sende; yetmez mi başkasına akıttığın? 155 yıldır vatanından uzakta, sürgün bir kaderin girdabındasın, ama sen vatansız mısın? Ne diye vatansız vatansız dolaşırsın! Yetmez mi artık bu anlamsız vatansızlığın? Ey Çerkes evlatları, hepinizinde kanayan yeri ortak yarasıdır artık vuruşmayın! Sarılın ve düşünün! Atalarımızı vatanından sürgün eden mi daha illettir, yoksa bizi vatansızlaştıranlar mı? Dilimize yasak koyanlar mı daha kötüdür, yoksa bizi dilsizleştiren mi? Varlığımızı tanımayanlar mı daha haindir yoksa yanlış tanıtanlar mı? Ey Çerkes evladı: Başkasına dökecek kanın kalmadı, sen bizim son damlamızsın.. En kıymetli damlamız! Ya yeniden dolacak bir okyanusun başlangıcı ya da tükenmekte olan okyanusun son damlası.. Tüketme kendini, tükenme artık! Yok olma… Hiç kimseye faydası yok yokluğunun. Var ol! Var olmaya çalış! Artık barış kendinle, kendin ol artık. Başkalarına verecek hiçbir güzelliğin kalmıyor bu yoklukta, tükenmişliğine hiç kimsenin ihtiyacı yok.. Var olmalısın, başkalarının senin kardeşliğine ihtiyacı var! Önce sen olmalısın! Senin gücüne, senin varlığına ihtiyacı var..! Artık barış kendinle, kendin ol: dünyayla, halklarla kardeş ol artık..





...Soykırımın 155. yılı





155 yıldır her gün devam eden bir süreç bu soykırım.





Çerkes Soykırımı:


Çerkesya’nın Çerkessizleştirilmesidir… Bunun tarihi ve sorumluları bellidir, gelişmesi ve sonucu ortadadır. Mücadele etmenin ana hattı 155 yıldır sürgün yaşayanların vatanlarına geri dönebilmeleri için mücadele yürütmek ve Çerkesya’nın yeniden Çerkesleştirilmesi için demokratik yollarla 365 gün sürecek bir mücadeleyi örgütleyebilmektir. Bu örgütlenmeyi engelleyen yegane sebep Çerkeslerin kimliksizliğidir. Bu kimliksizliğin en temel nedeni vatansızlaşmadır, yani Çerkeslerin Çerkesya’sızlaştırılmasıdır.


Bu yüzden bizler yılda 364 gün Çerkesleri tekrar Çerkesya’lılaştırmak için mücadele etmedikçe 1 günlük anmanın hiçbir önemi kalmamaktadır. 155 yıldır vatanımız Çerkessizleştirilmekte, Çerkesler vatansızlaştırılmaktadır.. Bunu engellemeli ve 21 Mayısları toplumsal dirilişimizin temellerine çevirmeliyiz.
Share:

Korkun ama Yalan atmayın!







Eğer Çerkesseniz veya Çerkeslerle uzaktan-yakından bir ilginiz varsa hayatın zaman tünelinde mutlaka Yermolov adını duymuşsunuzdur. “ismimin yarattığı terör, sınırları kalelerden daha iyi koruyacak” mottosuyla Rusya’nın belki gelmiş geçmiş en büyük canavarı, insan kasabı general Yermolov. Bir başka deyişle “dağlıların yüreğine öncelikle korku salmak isteyen” ve bunun için bir insanda olması gereken asgari ahlaki ve vicdani değerlerini yitiren ve bu değersizlik eşliğinde vatanımızı-halkımıza mezarlığa çeviren katil Yermolov.





Yermolov hakkında çok şey yazılır başka bir zaman.. benim bugün yazmak istediğim Yermolov’dan ziyade; onun isminin yarattığı terörün ve içimizden birilerinin yüreğine saldığı korkunun bugünlere kadar gelen hali…





Çocukluk zamanlarımız hem cahil hemde cesaretliyiz. Empati yeteneğimizde gelişmemiş.. Birilerinizin beğenmediği o Reyhanlı’da hep bir Arap-Çerkes mücadelesi var o zaman irili ufaklı. İki toplum o coğrafyada birlikte yaşamaya mecbur, bir kere orası onların vatanı, bizde sürgün bir halkın parçasıyız… ama bir doku uyuşmazlığı var bizlerle onlar arasında.. Aslında şöyle Çerkese Çerkes diyerek bakarsak, Türkiye’nin her noktasında, her halkla bir doku uyuşmazlığımız var o zamanlar. Çünkü toplumada, kadınada, doğayada farklı yaklaşıyoruz, farklı örflerimiz, adetlerimiz var.. düğünlerde çaldığımız çalgılarda, oynadığımız oyunlarda farklı. Ama biz o birilerinin beğenmediği Reyhanlı’ya geri dönelim, bildiğim yerden yazayım. Bazen büyük sorunlar yaşanır, bazen küçük sorunlar yaşanır ama hep sorun olurdu.





Bazen bizde kendi cürmüğümüzde ateş olur, yapılması doğru olmayan bir şeyi yapıverirdik. Bir çocuğu döverdik, bir topu patlatırdık, bir bisikleti göle atardık, bir tavuk çalardık vs. vs. Yaptığımız şey “olay” olursa; evde mahkeme kurulur ve babamızın karşısına geçerdik. Babamız bize karıştığımız olayla ilgili sorular sorardı. Ama sorular sormaya başlamadan önce bize bir Çerkesin nasıl olması gerektiğiyle ilgili bilgi verir ve sonuna “Sakın yalan söylemeyin, başınızı keseceklerini bilseniz yalan söylemeyeceksiniz” diye ekler, olayla ilgili sorular sorardı. Bizde ne halt yemişsek olduğu gibi anlatırdık ve babamızda ettiğimiz halta göre bizleri cezalandırırdı. Bizim söylediklerimiz esastı, başkasını dinlemeye ihtiyaç bile duymazdı babam. Yalan atmayacağımızdan da öyle emindi.





Şimdi açık yüreklilikle soruyorum: Babanız size hiç “başınızı keseceklerini bilseniz bile yalan atmayın” demedi mi yahu? Ne kadar kolay, yüzünüz hiç kızarmadan, utanmadan sıkılmadan yalan atabiliyorsunuz?





Bir insanı beğenmeyebilirsiniz, fikirlerini ve eylemlerini gerek şahsi menfaatleriniz gerekse toplumsal düzenimiz için zararlı görebilirsiniz.. Eleştirilerinizle, karşı fikirlerinizle bir kişiyi yerden yere bile vurabilirsiniz hepsi normal. Farklı düşünüyor olabilirsiniz, düşünceleriniz çatışıyor olabilir, bunlarda normal.





Hatta Katil Yermolov’un yüreğinize saldığı korku bugün yaşıyor da olabilir, korkuyor olabilirsiniz bu da normal.





Ama;





yalan atamazsınız..





iftira atamazsınız..





algı yaratamazsınız..





Çünkü farklı düşündüğünüzde, fikirleriniz çatıştığında yada korktuğunuzda değil, yalan attığınızda, iftira attığınızda, algı yarattığınızda alçak olursunuz!





Yermolov’un isminin yarattığı terör; sizi kendi vatanınızdan uzak tuttuğunda, sessiz kıldığında, asimile ettiğinde değil, Yermolov isminin sınırları koruyan terörüne katkı sunduğunuzda köpek olursunuz!





Ne olursanız olun; alçak olmayın ve köpeklik yapmayın.



















Toplum için her biri kendi yöntemleriyle, bilgileriyle, yapabilecekleriyle ve iyi niyetleriyle bir şeyler yapan her insana bugüne kadar denmeyen kalmadı. Çerkes Soykırımı Tanınsın İnisiyatifi olarak İstanbul’da imza toplarken benimde birlikte olduğum grubu “bölücü” ilan ettiler. Diğer halklarla birlikte Çerkes olarak katıldığımız etkinliklerden sonra bizi kendi küçük kafalarıyla akıllarınca aşağılamak için “Ermeni, Yahudi” ilan ettiler. Toplumsal barış için kaleme aldığım şeylerden sonra “Ajan” dediler. Türkiye’nin en ötekilerinin ölümcül sorunlarına karşı yanlarında olduğumda “İbne-Top” dediler. Arkamdan “Çerkes değil” dediler.





Ya alçaldılar ya köpeklik yaptılar.





Bugün kendi vatanlarında Çerkes olarak yaşamak ve Çerkes olarak kalmak için mücadele veren, mücadele verenleri destekleyen insanlar için gizli bir ajanda açılıyor. Hepiniz bunu konuşmak zorunda değilsiniz, ama yalan ve iftira atmak yada yalanlarla-iftiralarla dolu bir algıyı yaymak zorunda da değilsiniz.





Hayra açılmayan ağzınızı şerre de yormayın bir zahmet.
Share:

Çerkes Dövüşü

Çerkeslerde ulusal bir birlik duygusu gelişmediğinden mi yada öyle bir duygu bastırılsın diye sürekli maniple edildiğimizden mi bilmiyorum ilginç bir örgüt holiganlığı var. Ne zaman bir tartışma çıksa; insanlar kendilerini yakın hissettikleri örgütün holiganına dönüşüp karşılarında gördüklerini ezmek için akla-vicdana sığmayacak şekilde saldırgan oluyorlar. Ortak idealleri olan örgütlerin bile birbirine karşı tutumu bu şekilde.





Geçenlerde sosyal medyada ‘Çerkeslerin Sorunları’ başlığıyla bir yazı yayınladım, yazdığım yazıda sayın Halbad Muharrem ‘Bizim Düşmanımız Kim?’ diye sordu bana. Bende ‘bizim en büyük düşmanımız yine biziz’ dedim.





Bize bizden beter düşman mı var?





Çerkeslerin en büyük düşmanları yine Çerkesler. Bu da yetmiyormuş gibi halkın içinde yan yana gelip dernekleşenler var mesela; onların da en büyük düşmanı başka dernekçiler. Bazı dernekler yan yana gelip Federasyon kurmuşlar, onların da en büyük düşmanları diğer federasyonlar. 10-15 kişi bir grup oluşturmuş mesela ‘demokrasi’ temalı.. onların da en büyük düşmanları diğer demokrasi temalı gruplar. Çerkes sorunuyla ilgili çözüm örgütlemek isteyenler var, karşılarındaki en büyük düşmanları yine Çerkes sorunuyla ilgili çözüm üretmek isteyenler.





Hal böyleyken bir gündeme dair iki kelam ettiğinizde, sizden bir taraf seçmeniz bekleniyor. Bağımsız olmak ise herkesin düşmanı olmak demek. Bir taraf olunca da sizden hep karşı tarafa saldırmanız bekleniyor, durup ‘arkadaş bir dakika ne oluyor’ diye sorunca kıyamet kopuyor, tabiri caizse fişleniyorsunuz.





Bir kaç madde yazıp, sonra noktayı Dünya Çerkes Birliği ile Kafkas Dernekleri Federasyonu arasında gelişen sürece dair yaşanan tartışmalarla ilgili yorum yaparak koymak istiyorum.





0- Çerkesler ve herkesler.


Bu madde özellikle 0 ile başlıyor, çünkü aşağıdaki diğer maddelerin en solunda gizli bir sıfır bulunuyor.





Sebebi yağmalanmış tarihimizdir, bu yağmayı Çarlık mı yapmıştır, Osmanlı mı yapmıştır, Sovyetler mi yapmıştır, Türkiye mi yapmıştır, Rusya mı yapmıştır, içimizdeki Fransızlar mı yapmıştır ya da hepsi bunu parça parça mı yapmıştır bilemem. Ancak doğrusu yağmalanmış bir tarihimizin olduğudur. Tarih bizim için Büyük savaştan önce ve büyük savaştan sonra ikiye ayrılmıştır. Bizler sonrasında kalmışız mecburen (Bakunin’in dediği üzere: Tarih kazananların propagandasıdır) Daha sonra soykırımla birlikte; soykırımdan önce ve soykırımdan sonra diye ikiye ayrılmıştır. Bizler (Türkiye’dekiler) soykırımdan sonrasında kalmışız mecburen. Daha sonra Osmanlıdan önce ve Osmanlı’dan sonra diye ikiye ayrılmıştır. Bizler yine mecburen Osmanlıdan sonrasında kaldık. Daha sonra tek partili dönemden önce ve tek partili dönemden sonra diye ikiye ayrıldı ve yine biz mecburen tek partili dönemden sonrasında kaldık. Şimdinin adını koyamıyorum tarihin henüz. Ama bu yolla ilerlersek yarının adını koyabiliyorum ne yazık ki: varlığımızdan önce ve varlığımızdan sonra olacak bu gidişle.





Benim kişisel görüşümü yazmayacağım şimdi, kimilerine göre karadenizden hazara kadar olan herkes Çerkes, kimilerine göre bütün Kafkasya Çerkes, kimilerine göre sadece Kuzey Kafkasya Çerkes, Kimilerine göre Apsuvalar ve Adığeler Çerkes. Çözümü basit. Çerkes nedir, ne değildir onu iyice ortaya koyacağız. Önce biz Çerkes miyiz, değil miyiz ona cevap vereceğiz. Neden Çerkesiz, neden Çerkes değiliz onu da söyleyeceğiz. Sonra kim Çerkestir, kim Çerkes değildir düşüneceğiz. Neden Çerkesler, neden Çerkes değiller onu da katacağız düşünürken. Sonra gidip onları temsil eden en büyük kurumlara soracağız: Siz Çerkes misiniz diye.





1- Bana göre Çerkeslerin en büyük düşmanı Çerkeslerdir





Sebebiyle ilgili bir çok şey yazılıp çizilebilir, ancak en temel neden Çerkeslerin kendi sorunlarıyla ilgili farklı görüşlerin kavga gürültü olmadan, medeni bir şekilde tartışabilecekleri.. fikir alışverişi yapabilecekleri bir zeminlerinin bulunmamasıdır.





Çözümü ise bu halka emek veren farklı görüşlerde samimi insanların bu zemini inşa etmesi ve örgütlemesidir.





2- Kurumlarımızın en büyük sorunu, içlerindeki “İrlandalılardır.”





Kurumlarımız bütün dikenlerini kabuklarına örmüş, kendileriyle aynı şeyleri savunmayan herkesi düşman ilan ederken.. onlara en büyük zararı veren içlerinde onları dışarıda farklı şeyler söyleyen herkesi düşman ilan edenlerdir. Her eleştiri bir saldırı değildir, bazı şeyler daha iyi olsun diye eleştirilir.


Çözümü ise kurumlarımızın kabuklarında halkına karşı uzanan bu dikenleri kaldırması ve her eleştiriyi bir saldırı olarak görmemesidir. Böylelikle hem hepimizin hem de halkımızın kurumlarına dönüşebilirler ve dahada önemlisi ancak böyle gelişebilirler.





3- Geçmişin geleceği yoktur, tek bir gelecek vardır.





Çerkeslerin büyük çoğunluğu Çerkesliğini geçmişten almaktadır, geçmişiyle Çerkes olmaktadır ve geleceğe doğru sürekli başkalaşarak yaşamaktadır. Geleceklerini bir Çerkeslik üzerinden inşa etmeyenlerin gelecekleri en son nokta bir Çerkes olarak yok olmaktır.





Çözümü ise Çerkesliğe dair bir gelecek inşa etmektir, bu geleceğin yolu ise vatana dönüştür. Önce vatana dönüşün bilincini örgütlemek gerekir. Dönüş geçmişte kalmış husumet ve düşmanlıklarla: saldırgan ve agresifçe değil, barış ve kardeşlik içinde: evrensel hukuk ve demokrasiye uygun olarak yol aramalıdır.





4- Kabardeyli Çerkesler ile Abzehli Çerkesler hastalığı..





Bazen şaka yollu, bazen ciddi bir şekilde zuhur eden Kabardey, Abzeh, Şapsığ gibi kabilecilik bir geri kalmışlıktır. Bazen bilerek yada bilmeyerek bir kabileden olmayı övmenin aslında o kabileden olmayanı aşağılamak olduğunu da anlamak gerekir. Bunlar toplumun psikolojik olarak bölünmüş kalmasını sağlayan, zihnen Çerkeslerin arasına sınırlar çizen şeylerdir.





Çözüm olarak Kabardeyleri ya da Abzehleri yok edelim demiyorum elbette, ancak en öne, en önemliye Çerkesliği yerleştirmektir. Kabardeyliliği, Abzehliliği bir kimlik olarak değil, bir kimliğin tarihi olarak ortaya koymak ve Çerkes kimliğini tek parça inşa etmektir.





5- Kayserili Çerkeslerle, Manisalı Çerkesler hastalığı..





Başkalaşımın bir diğer örneği Türkiye’de Çerkeslerin kendi aralarında zuhur eden bir hemşericiliktir. Bu da Çerkeslerin aralarında oluşan psikolojik bir sınır oluşturmaktadır. Bazı büyükşehirlerdeki Çerkes derneklerinin yönetim seçimlerinde bu psikolojik sınırın ortaya çıkışı görünmektedir. Bunlar bizim buralı değil, derneğimizi yönetiyor şeklinde. Bu sınırlar Çerkeslerin doğal sınırları olmadığından bunlardan vazgeçilmelidir.





Çözümü ise bütün Çerkeslerin vatanı Çerkesyadır, Türkiye’deki bütün Çerkesler de tek bir diasporadır ve hemşeridir bilincini yaymaktır.





6- Çerkes Parası hastalığı…





Belki dünyadaki en şeffaf para akışı Çerkes parasıdır. Çünkü hortumlanacak, dolandırılacak bir niteliği yoktur ve her zaman bu parayı alan kişi veren tarafından hak edildiğine inanıldığında verilebilir. Ancak biliyorsunuz ki; dünya Çerkes dünyası değildir ve Çerkesler bu dünyada bir halkın geliştirmesi gereken bazı şeyleri üretebilecek araçlara sahip değiller. Şimdiki dünya olanaklar dünyası, ancak bütün olanaklar uluslararası kabul gören para üzerinden satılmaktadır.





Çözümü ise bir Çerkes fonu oluşturmaktır. Bu fonla toplumsal üretim desteklenmelidir.. Çerkes müziği akademileri açılmalı, geleneksel Çerkes müziğini sürekli tüketmek yerine profesyonel Çerkes müziği inşa edilmelidir. Çerkes kütüphaneleri açılmalıdır, Çerkes yazarlar fonlanmalıdır, Çerkes medyası oluşturulmalıdır. Çerkesleri yeni çağa taşıyan: gerek sanal (bilgisayar, cep telefonu oyunları.. sanal kütüphaneler vs..) gerek reel atılımlar yapılmalıdır.





Dünya Çerkes Birliği ile Kafkas Dernekleri Federasyonu arasında gelişen sürece dair





Bir tarafta Kaffedçiler DÇB’ye haklı-haksız ver yansın ederken ilgimi çeken en garip şey bir grubun DÇB’yi Rusçulukla suçlaması oldu… Bunlar doğru şeyler değil; bir kurumun yanlılarının diğer bir kurumun yanlılarını bu şekilde eleştirebilmek için, kendi kurumlarının bağımsız olması gerekir. Şimdi DÇB yanlısı kurumlar çıkıp KAFFED’i Türkçülük bazı sebeplerden ötürü Türkçülük ile suçlarlarsa, bu suçlamayla ilgili savunma yapacağınız bütün argümanlar DÇB içinde geçerlidir. Ayrıca karşılıklı Rusçuluk-Türkçülük suçlamalarının hiçbir faydasıda yoktur. Kaffed DÇB’den ayrılır mı, DÇB Çerfed’i alır mı bunlar ayrı şeyler.. Eğer varsa böyle bir durum DÇB Kaffed ayrılırsa Çerfed var diyorsa ya da Kaffed ayrılığı DÇB’ye zarar vermek üzerine bir tehdit olarak düşünüyorsa; burada tartışılması gereken tutumlar farklıdır. Birbirlerine karşı kullandıkları yöntemler eleştirilmelidir.





Kurumlara, kurumların holiganlarına önerim, tartışmaları kurumsal partizanlık boyutuna çekerek tartışmaktansa; bugüne kadar temsil ettikleri halka verdikleri zarar veya veremedikleri faydalar üzerine yıkıcı olmaktan ziyade yapıcı bir şekilde yürütmeleridir. Çünkü Kaffed DÇB’nin en büyük örgütüyse veya DÇB Çerkeslerin Rusya’daki sesiyse veya öyle olmaya çalışmak istiyorsa ikisinin de dinamiği Çerkes halkıdır ve Çerkes halkı her ikisinden daha büyüktür.


Kurumlara, kurumların holiganlarına önerim, tartışmaları kurumsal partizanlık boyutuna çekerek tartışmaktansa; bugüne kadar temsil ettikleri halka verdikleri zarar veya veremedikleri faydalar üzerine yıkıcı olmaktan ziyade yapıcı bir şekilde yürütmeleridir. Çünkü Kaffed DÇB’nin en büyük örgütüyse veya DÇB Çerkeslerin Rusya’daki sesiyse veya öyle olmaya çalışmak istiyorsa ikisinin de dinamiği Çerkes halkıdır ve Çerkes halkı her ikisinden daha büyüktür. Kurumlarımız kendini birbirinin rakibi olarak görmekten vazgeçmeli, birbirini tamamlayan biçimde inşa etmelidir. Doğrusu; özeleştiridir. Kaffed DÇB’yi eleştirirken kendisinin DÇB’yi oluşturan bir kurum olduğunu, DÇB’de Kaffed’i eleştirirken Kaffed’in kendisini oluşturan bir kurum olduğunu bilmelidir ve eleştiriler taraflar arasında oluyordan ziyade bir özeleştiri niteliği taşımalıdır. Çünkü DÇB bir parça Kaffed, Kaffed’te bir parça DÇB’dir. Böylesi bir ilişkide yaşanan tartışmaların iki grubu farklı bir oluşumun kavgası gibi sürdürmek hem nezaketsizlik hemde haksızlıktır. Bu tartışmaların topluma yansıyan biçimi: Her kurumun tartışma olan konuyla ilgili kendi özeleştirisini vermesi olacaktır.
Share:

Yerel Seçimler ve Çerkes Adaylar Üzerine:




Hayatımda yaşadığım en ilginç seçim dönemini geride bıraktık, yankıları bir müddet daha sürecek ve en sonunda her zaman olduğu gibi çoğunluk ileriye bakmaya devam edecektir. Ben ve benim gibi birileri ise yasal bir seçim gerekmeksizin geleceğe bakarken geçmişi izler, geçmişi izlerken geleceği düşünürüz sürekli..

Bu yerel seçimlerin hiçte adil olmayan bir şekilde gerçekleştiğini gönül rahatlığıyla söylemem gerekir, aksini iddia etmek için toprakta yeni bitmiş bir ottan daha duyarsız yaşamak gerekir sanırım. Adil olmadığını kabul edelimde, öyle istediğimiz kılıfı uyduralım yani illa savunacaksak bu adaletsizliği. Bir tarafta devletin her olanağını sınırsızca kullananlar; Cumhurbaşkanı ve tüm olanakları, Bakanlar ve tüm olanakları sahadaydı… Ulusal medya; tek bir tarafın propaganda aracı gibi çalışıyordu.. Diğer tarafta kendi yağında kavrulmaya çalışırken bile risk almak zorunda bırakılanlar vardı..

Adil olmayan, toplumu beka, din, terör, ekonomi, demokrasi baskısıyla sıkıştıran kampanya sürecinden sonra gerçekleşen seçimde kesin olmayan sonuçlara göre herkes bir seçim yaptı. Gerçekleşen seçimi; yukarıda anlattığım gerçeklik ile birlikte düşünecek olursak ortaya çıkan sonucun basit başarı olarak anlatamayız. Bu başarının tek bir mimarı var, o da tüm devlet olanaklarını sadece karşısındakileri ezmeye çalışanlardır. Bu devasal olanaklar ile seçimi kazanmak için yaptıkları tek şey: tehdit, karalama, baskı ve manevi istismar olmuştur. Toplum bu olanaklara rağmen bu başarısızlığa sandıkta gereken yanıtı vermiştir. Bundan bir ders çıkarılır mı, yoksa aynı yoldan devam mı edilir bilemeyiz ama artık kendi şahsi bekaları için bunu düşünmelerini şahsen tavsiye ederim.

Bu seçimleri her açıdan yazıp çizebiliriz, neresinden tutsak o tarafından yürünür bir yönü vardı çünkü. Her açıdan yazan çizende var, içlerinde benim görüşümü yansıtanlar da.. O yüzden ben kendi birincil kimliğimi oluşturan bir yönüyle görüşümü ifade edeyim.


Çerkes Adaylar
Seçimlerde en ilgimi çeken şey seçimlere katılan “Çerkes adayları”ydı. En başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi Adaylığına, Çoğulcu Demokrasi Partisinin destekleriyle Bağımsız aday olarak katılan Doğan Duman ile ilgili görüşümü; Doğan beyin adaylığını önemsediğim ve adaylık biçimini ve adaylık sürecindeki genel duruşunu desteklediğim için aşağıda uzun uzun yazacağım ancak ondan önce çeşitli partilerden aday olarak katılan ve “Çerkes Adaylar” olarak oluşan gündemle ilgili kısacık bir şeyler yazmak isterim:

Bazı bölgelerden parti adayı olarak seçime giren Çerkesler vardı. İlk defa gördüğümde bir Çerkes olarak, bir adayın biyolojik Çerkes olmasından dolayı oy vermeyi doğru bulmadığımı ifade ettim. Çünkü adaylara oy toplamak isteyen kişilerin söylemi: Bu adaylar Çerkesdir, bunlara oy verin üzerineydi. Partizanlık yapmakla itham edildim. Halbuki ben ifademi bir Çerkes olarak yaparken, ülkede yönetime katılan birçok biyolojik Çerkes kişiyi ortaya koyarak yapıyordum, partizanlık ile bir ilgisi yoktu. Olup olabileceğim en katıksız Çerkesliğimle bu ifadeyi kullanıyordum. Ancak sevip saydığımız büyüklerimizin bile beni anlamayı denemektense, karşı ifadede bulunanları deyim yerindeyse vatan haini ilan etmeye varacak kadar suçladığını gördüğümde, konuyla ilgili düşüncemi seçimlerden sonra açıklamaya karar verdim. Allah muhafaza, “Çerkes adayların” kaybetmesinin sorumlusu olmak istemedim. Şimdi artık yazdığım bu yazının kimseye kaybettirme gibi bir değeri kalmadı, gönül rahatlığıyla yazıyorum. Eğer ben partizanlık yapacak olsaydım, hiç kimsenin yönlendirmesine gerek duymaksızın Antalya’nın Konyaaltı ilçesindeki veya Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesindeki adaylara oy verirdim yada imkanım dahilinde verilmesi için mücadele ederdim. Çünkü kendimi en yakın bulduğum görüşü savunan parti bu yönde karar almıştı. Konu benim partizanlığım değildi ve zaten hayatımın hiçbir evresinde partizan olmadım. Hayatımda olduğum ve gururla taşıdığım üç kimliğim oldu benim; birincisi insan olmak.. ki ikincisi varlığını “Çerkeslik insanlıktır” şiarına dayandıran Çerkes olmak.. üçüncüsü de liberterizmdir. Benim bu konuyla ilgili görüşümden seçimlere çeşitli partiler altında giren bildiğimiz veya bilmediğimiz bütün Çerkes adaylar muaftır, çünkü hiçbirisini hakkında yorum yapacak kadar tanımadığım için Çerkes kimliğimle onları doğrudan değerlendirmem hatalı olur. Benim eleştirdiğim şey, bu adaylarla ilgili seçimlerin bir Çerkesliğe dayandırılmasının biçimidir. Bu adayları inanılmaz bir baskıyla savunan kişiler; adaylıkları salt biyolojik Çerkesliğe indirgeyerek, bütün Çerkesleri bu adaylara sadece anne ve babalarından aldıkları Çerkesliğe işaret ederek bir kampanya yürüttüler ve adayların Çerkeslere yada Çerkesliğe ne gibi faydaları olacağı konusunda konuşmayı asla kabul etmediler. Bütün çalışmaları adayların anne ve babalarından aldıkları Çerkes kimliğinde takıldı kaldı, onlara oy vermemek dünyanın en büyük ayıplarından biriymiş gibi konuşuldu, en ufak eleştirilerde insanlar itham edildiler. Buna karşı çıktım, buna hala karşıyım ve yarında hep karşı olacağım. Benim kimsenin soyuyla ilgili bir derdim yok, zaten olamazda. Dünyevi görüşüme göre; böyle ayrıntılara girerek insanlara değer biçmenin adı gerici milliyetçiliktir. Milliyetçilik bile değildir. Kimsenin kendini ifade ettiği kimliğinden dolayı hor görülmesini savunmadığım gibi, savunana da sessiz kalamam. Bir insan Rus olduğu için, Kürt olduğu için, Ermeni veya Gürcü olduğu için, Arap olduğu için kötü birisi olmadığı gibi , Çerkes olduğu içinde iyi biri olamaz. Bu dünyada belkide bir Çerkesin başka bir Çerkese yaptığı kötülüğü hiç kimse yapmamıştır ya da bir Kürdün bir Kürde yaptığı kötülüğü.. Ancak bu da bir yargı mantığı olamaz. İyilik veya kötülük şahsi karakter meselesidir. Birileri bu adayları desteklemek üzerine şöyle diyorlardı; “uzayan kol, bizden olsun.” bunun ne anlama geldiğini bildiğinizi varsayarak söylüyorum: Böyle aday desteklenmez, böyle seçim yürütülmez, böyle demokratik davranılmaz ve böyle Çerkeslikte olmaz olsun. Kimi arkadaşlarımız bu tavırları Çerkes milliyetçiliği olarak tanımlamaya çalıştılar, ancak böyle milliyetçilik olmaz. Milletini seven, kendini temsil etmesini istediği kişileri bu ifadelerin ardına sığınarak savunamaz. Milletini seven, kendisini temsil eden insanları erdemiyle, irfanıyla, duruşuyla kendi milletini en iyi şekilde temsil edeceği için savunur. Söylediğim gibi; ilgili adayların şahsiyetiyle ilgili hiçbir bilgim olmadığı, onları savunan kişilerin bunları öne çıkarmak yerine sadece biyolojik Çerkesliklerine atıf yaptığından dolayı onların özelinde hiçbir yorum yapmıyorum, yazdığım herşey onları savunan birilerinin yaptıkları üzerinedir.


Diğer bir taraftan bu adayların Çerkeslerden bu yönde, bu açıda, bu söylemde bir oy isteyip istemediğini bilmek gerekir. Seçimlerde yarışa katılan bütün siyasetçiler elbette herkesten oy almak isteyecektir. Ancak özel bir gruba yönelik, özel bir gündemle oy istemek farklı bir detay doğurur. Ben bu adayların Çerkeslerden bu yönde, bu açıda ve bu söylemde bir oy isteyip istemediğini bilmediğim için detaylara girmiyorum. Ancak parantez açarak benimle ilgili bir durumu netliğe kavuşturmak istiyorum. Benim Çerkeslik tanımıma göre; seçim zamanlarında biyolojik Çerkesliği öne çıkan bir çok Çerkes varken Çerkes meselesi ve sorunlarıyla ilgili en ufak bir görüşleri olmayan siyasetçilerin Çerkeslikleri değersizdir. Çünkü sizlerde benden iyi biliyorsunuz ki; benim bahsettiğim bu tür Çerkesler her siyasi partide oldukları gibi, Belediye başkanı, Milletvekili, Bakan gibi görevlerde ülke yönetimine katılmışlardır ancak o kişilerin Çerkes meselesi ve sorunlarına yönelik hiçbir katkısı olmamış hatta olabilecek katkıların önünü ilk başta bu kişiler kesmiştir. Siyasi seçimlerime, siyasi eğilimime ve yönüme Çerkes kimliğimin etkisinin olduğunu da söylemek isterim; ben halkımın ulusal sorununa çözüm üretebileceğine inandığım herkese Çerkes olduğum için destek olurum. Belediyede veya mecliste; Çerkesliğe faydası dokunabileceğine inandığım herkesi desteklerim. Destek olacağım bu kişilerde ilk arayacağım şey; Çerkes sorununa yönelik çözümlere destek olabilme potansiyeli olur, annesinin-babasının Çerkes olup olmadığı inanın son bakacağım şeydir.


İBB’den adaylığını koyan Doğan Duman’la ilgili yoruma gelecek olursak; bütün eksik ve yanlışları ile Doğan beyin adaylığı ve adaylığı sürecinde yürüttüğü kampanya çok değerlidir. Doğan beyin seçimi kazanmamış olmasının hiçbir değeri olmamakla birlikte, sadece seçime katılmış olması ve toplumda seçime katılmış olmasının yarattığı dalgalanma dahi büyük bir kazançtır. Bu yüzdende bu başarının hakkını vermek gerekir. Kendisi bu başarının farkında olmalı, aldığı oy sayısına takılıp üzülmek yerine toplum içerisinde yarattığı tartışmanın aslında ne kadar büyük bir başarı olduğunu bilmesi gerekir. Çerkeslere, Çerkes olarak yönetime katılmanın bir şeklini göstermiş, bunu Çerkes toplumunda bir tartışmaya dönüştürmüştür. Seçimlere Çerkes kimliğiyle nasıl girileceğini ve Çerkeslerden nasıl oy isteneceğinin en net örneği olmuştur. Seçimlerde öne çıkardığı Çerkes kimliği, soyundan çalınmış bir kimlik değil; uğruna mücadele verilen bir Çerkes kimliğidir. Kuşkusuz bir çok hata olmuştur. Kimi hatalar, katıldığı bir televizyon programında kullandığı bazı ifadelerde (Bunu yerinde eleştirmiştim) kendisi tarafından olsada bunlar skandal değildir. Kimi hatalar, kendisinin birlikte olduğu ve hatta kendisini İBB adayı olarak gösteren ÇDP’nin süregelen hataları olmuştur ancak kimi hataları ise Çerkesler Doğan beye karşı yapmıştır. Kendisinin adaylığını ülkenin mevcut tartışmalarında eriten, yok sayan ve karşı propaganda yapanlar olduğu gibi.. ÇDP ile geçmişten gelen bir anlaşmazlık ile baştan kendisini yok sayanlar da oldular. Ancak tüm bunlar küçük detaylardır. Bu detayların gelecek seçimlerle ilgili bir değeri vardır, eğer kendileri gelecekte tekrar aday olmayı düşünürlerse veya aday olan biriyle çalışırlarsa bu detaylar üzerine çalışmalı ve sergiledikleri kimlik siyasetini, kimliğin sağını-solunu kapsayacak şekilde içine alacak biçime taşımak için araçtır. Doğan Duman’a bu seçimlerde bizleri, bizim gibi temsil etmeye yönelik olan çabalarından ve bir adayın Çerkesliğinin nasıl değerli olunabileceğini canlı kanlı yansıttığından dolayı teşekkür ederim. Kuşkusuz Doğan beyin adaylığını, ÇDP’den bağımsız değerlendiremeyiz. Bu yüzden aşağıda küçük bir ÇDP başlığı açalım:


Doğan Duman’ın seçimi kazanmamış olması bir sürpriz değil, inanıyorum ki kendisine de, ÇDP’ye de değil. Çünkü bizim buradan okuyabildiğimiz ve takdir ettiğimiz şey: Doğan beyin ve ÇDP’nin bu seçimi kaybetmeye girdiklerini bilmektir. Kazanmak istedikleri şey de bellidir aslında. ÇDP, Çerkesleri kazanmak istemektedir. Çünkü varlık felsefesini bunun üzerine inşa etmiştir ÇDP, ancak kuruluş ve ilerleyişiyle ilgili kendisininde pay sahibi olduğu birçok sebepten ötürü ÇDP bugüne kadar Çerkeslere kendini anlatamamış, Çerkesleri kazanamamış ve onlarsız bir yolu bulunmayan partidir. Ben iyi niyetimle bu partiye gönül ve emek veren bütün arkadaşlarıma şunu söylemek isterim. Çerkeslerin ÇDP’yi anlayamamış olmasını, anlayamıyor olmasını ilk önce kendi içinizde aramayı deneyin. İnsanları suçlamaktan, yargılamaktan vazgeçin. Toplumsal tabana (ama gerçekten toplumun tabanına) inmenin yolu: insanlarla ve gruplarla istişare etmektir ve eğer gerçekten Türkiye’de Çerkeslerin partisi olmak gibi bir iddianız varsa; kendinizi övmekten vazgeçin, hatalarınızı saklamaktan, gecikmiş bile olsa olması gerekenleri yapmaktan sakınmayın. Toplumsal bir taban oluşturmak için, toplumsal diyalog şarttır. Toplumla diyaloglar kurun, toplumun eleştirilerine saldırmayın, toplumun tavsiyelerine yüz çevirmeyin. Olmadığınız gibi görünmeyin, olduğunuzu saklamayın, hatalarınızı kabul edin, küstürdüklerinizden özür dileyin, küstüklerinizle barışın, toplumun düşünürleriyle, yazar-çizerleriyle, irili-ufaklı örgütleriyle bir iletişim kurun, tartışın, danışın, sorun, soruşturun.. Sizi inkar etmeyen siyasi oluşumlar ile iletişim kurun. Doğan bey ile girdiğiniz bu seçim size Çerkeslere dokunabilmenin bir yolunu açtı, bunu hiç etmeyin. Kazandıklarınızla kör olmayın, kaybettiklerinizle yok olmayın. Kibirden uzak duran, tevazu sahibi olun. Çağın iletişim araçlarını daha verimli kullanın, Çerkesleri de dolaylı olarak ilgilendiren (sosyal, ekonomik,politik vs.) konulardan uzak kalmayın.
Share:

Çerkesçe

Translate

Çerkesler

Çerkesya

Çerkesya ya da Çerkezistan (Çerkesçe: Адыгэ Хэку,[1] Rusça: Черке́сия, Gürcüce: ჩერქეზეთი, Arapça: شيركاسيا[2]), Kuzey Kafkasya ve Karadenizin kuzeydoğu kıyısında yer alan bir bölge ve tarihsel bir ülkedir. Bu Çerkes halkının vatanıdır.

Etiketler