Çerkeslere kahramanlar devşirmek



Düzenli aralıklarla Çerkeslerin tarihine iliştirilip bir tartışmaya yol açan ancak Çerkes tarihiyle ve bazende Çerkeslerle doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bazı tarihi önemli şahsiyetler oluyor. Biz Türkiye diasporasındaki örneklerden birisi “Çerkes Ethem” şahsiyetidir mesela. Ethem beyin Çerkesliği de ne yazık ki ancak “hainliği” kadardır. Peki Ethem bey gerçekten Çerkes midir? Bu sorunun cevabı “Çerkes kimdir?” sorusunun içinde saklıdır. Türkiyeli Çerkeslerin kürsü hakkı, söz hakkı, temsil hakkını bir şekilde elinde tutanların büyük bir bölümü ne yazık ki “Çerkes kimdir?” sorusunun düpedüz açık olan cevabını vermemek ve hatta vermek isteyenleri susturmak için olan çabalarıyla, zaten kimliğiyle arasına yüzyıllık savaşlar, soykırım ve sürgünler dolarak kendisine yabancılaşması için her türlü felaketin yaşandığı Çerkes halkını iyice kendine yabancı hale getirdiğinden, Çerkesler kim olduklarını anlayamıyor ama; Ethem beyin Çerkesliği de tıpkı hainliği gibi pek kıymetli bir yalandan ibarettir. Ethem beyin genetik soyundan çaldığı Çerkesliği, onu Çerkeslik için bilinmesi gereken önemli bir şahsiyet yapamaz. Onu bizim tarihimize sokan tek nedeni; Türkiye iktidarı kurulurken; meydan savaşları bitip, masa savaşları yaşanırken cephedeki askeri başarısını masadaki siyasi mücadelesinde sürdürememiş olması ve sonucunda onun bu yenilgisinin Çerkes milletini Çerkeslikten utandırmak üzerine bir kampanyaya dönüştürülmesidir. Yani; Ethem beyin Çerkesliği, hainliği kadardır. Onu bizim tarihimize Çerkes diye iliştirenler, aynı zamanda onu vatan haini ilan edenlerinde ta kendileridir. İktidar ile masa savaşı vermeyen ve en az Ethem kadar Çerkes olan diğer genetik Çerkeslerin bugün Çerkes olarak anılmıyor olmasıda zaten bunun belgesidir.

Yaşadığımız diasporanın bize dokunmuş bu tarihiyle konuyu biraz daha anlamlandırabileceğime inandığım için yukarıda Ethem’in Çerkesliğinden biraz söz ettim. Ancak asıl anlatmak istediğim o değil, Şeyh Şamil’dir. Çerkes tarihine birileri tarafından öyle ulvi ve kutsal bir lider olarak iliştirilmektedir ki, bu konuyu ele almanın zamanı geldi.

Daha önce kişisel blogumda yazdığım “Dağ Yahudileri ve Yahudi Çocukları Kurtaran Müslüman Çerkesler” başlıklı yazımdaki “ Yahudilerin Kafkasya’daki varlığı çok eskidir. Kafkasya bölgesi insan tarihinin başından bu yana birçok halk için bir kavşaktır. Bu bölgeden geçmemiş bir halk olmadığı bile söylenebilir. Hazar denizinin batı kıyısı, Orta Avrasya ve Ortadoğu arasında seyahat etmek isteyenler için Kafkasya önemli bir yoldur.” bölümüyle başlıyorum.

Şeyh Şamil’i anlatmak için ilk başta İslam dininin Kafkasya bölgesine girişiyle ilgili kısa bir giriş yapmak gerekir. Daha sonra ise elbette Şeyh Şamil dahil tüm gazavat önderlerinin mensubu olduğu Nakşıbendi tarikatının Kafkasya’daki varlığını mercek altına alabilmek önemlidir.

Kafkasya’nın sosyo-kültürel yapısını dışarıdan etkileyen bir çok kavim ve medeniyet vardır. Savaş yada ticaret yoluyla Kafkasya’dan neredeyse geçmeyen tarih kalmamıştır. Eski anadolu ve mezopotamyalıar, Yunanlar, Romalılar, Cenevizliler, Kimmerler, İskitler, Hunlar, Alanlar, Hazarlar… 8nci Yüzyılda Ebu-Müslim önderliğindeki Araplar, Hazarlar’a karşı saldırmış ve bazı kısımlarını ele geçirmişti. Ancak kısa sürede Arap ordularına karşı koyarak onları püskürten Hazarlılar, Arapların beraberinde getirdiği İslamiyet’in Kafkasya ve Doğu Avrupaya yayılmasını engellemiş oldular. İşte bu saldırı ve karşı koyma arasında bazı Arap gruplarının Dağıstan’da kalarak buraya yerleşmeleri sonucu İslamiyet 8nci yüzyıldan itibaren Dağıstan’da yayılmaya başladı. Lezgilerin bir kısmı 8nci yüzyılda müslüman olurken, Çeçenlerin bir kısmı 10-11nci yüzyılda müslüman olmuştu. Bunu 13ncü yüzyılda Akuşa’lar, 14ncü yüzyılda Dargılar izledi.
Dağıstan ve Çeçenistan’ın aksine, Çerkesya’da ise islamiyet 15-17nci yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu ve Kırım Hanlığı vasıtasıyla yayılmaya başlamıştır. 1404 yılında Kafkasya’da bulunan Avrupalı Başpiskopos Johannes’in bildirdiğine göre Karadeniz kıyısında yaşayan Çerkeslerin Yunan dinini benimsedikleri, kiliseleri, ikonları ve yortularının Yunanlıların ki gibi olduğu anlaşılmaktadır. Galonifontibus’un verdiği bilgilerden 1404 yılında Karadeniz kıyılarında yaşayan Çerkeslerin hristiyanlığı kabul ettikleri ancak eski putperest-pagan inançlarının halk arasında çok canlı bir biçimde yaşadığı anlaşılmaktadır. 16ncı yüzyılda ise Osmanlı arşivindeki Mühimme defterlerinin 32. cildinin 383 numaralı ve 6 Recep 989/ 6 Ağustos 1581 tarihli hükmünde Besleney ve Temirgoy prensinin hristiyan, Kabardey prenslerinin ise müslüman oldukları bildirilmektedir. 17nci yüzyıl ortalarında Kafkasya’da Çerkesler arasında bulunan Evliya Çelebi ise Çerkesler hakkında şu bilgiyi vermektedir: “Kafir ve müslüman değillerdir. Kendilerine kafir deseler kızarlar, behey müslüman desen göz yumarlar. Haşır ve neşri inkar ederler... Çerkeslere kafir desek aman vermeyip öldürürler. Lailaheillallah derler. Ama semiz domuzları kuyruğundan yerler. Oruç tutmazlar, namaz kılmazlar”.
Ancak Çerkeslerin İslamlaştırılması konusundaki en etkili rollerden birini kuşkusuz Ferah Ali Paşa isimli Osmanlı Valisinin, Anapa’yı karargah tutarak başlattığı çalışmalar yarattı. Tabii az sonra yöntemlerine değineceğimiz Kırım Hanlığı’nında Çerkesler içinde İslamlaştırma çalışmalarıda önemliydi. İslamiyetin Çerkesler arasında henüz toplumsal bir kabul görmediği 17-18. yüzyıllarda hukuk davaları geleneksel hukuka, örf ve adetlere göre çözülüyordu. 19. yüzyılda islamiyet Kabardeyler dışında Çerkes kabileleri arasında pek yaygın değildi. Çerkes toplumunda müslüman ulema sınıfı henüz oluşmamıştı. Din adamları Çerkesler arasında sayı ve sosyal etki açısından önemli bir tabaka meydana getirmemişlerdi ve o dönemde Dağıstan ve Çeçenistan’da olduğu gibi toplumsal güce sahip değillerdi. Çerkeslerin çoğu şeriat kurallarından ve ibadetlerden uzaktılar. Bir Rus yetkilisinin Kafkasya’dan Moskova’ya gönderdiği raporda şöyle deniyordu: “Çerkesler Muhammed peygamberin dinindendirler, fakat dine pek önem vermezler. Hele Lezgi ve Çeçenler’de olduğu gibi, hiç şeriat tutkunu değildirler”. (Kasumov 1995: 32) Karaçaylara gelince ise 1890’lı yıllarda Karaçay’da bulunan N. Aleksandroviç Ştof şu notu düşmüştür. “17. yüzyıl başındaki savaşa kadar Karaçaylılar derin dağ vadilerinde putperest olarak yaşamışlar. Kırım Hanı Kafkasya’da islam dinini yaymak için iki bölük asker göndermiş. Zelençuk ırmağı kıyısındaaki Çerkes köylerini islam dinine sokmuşlar. Kuban ırmağının başında ise şimdiye kadar hiç kimseye boyun eğmeyen Karaçaylılara rastlamışlar. Yurtlarını, hürriyetlerini korumak için Karaçaylılar “Marca” adlı kutsal putlarından güç alarak düşmanlarına karşı koymuşlar. Kırım Hanı’nın askerleri islamiyeti Karaçay’a zorla kabul ettiremeden geri dönmüşler. İslamiyet ancak 18. yüzyıl sonunda Karaçay’a girmiş”. (Şamanlanı 1987: 166) 18nci yüzyılda ise Kırım Hanlığı gibi askerler vasıtasıyla değil, Kabardeyler vasıtası ile tanıyıp kabul ettiler. İslamiyeti Karaçay’a 1782 yılında Kabardeylerin Abuk soyundan İshak Efendi adlı bir din adamı getirdiği bilinir, ancak Karaçayların yinede İslamiyeti sadakatle tutmadıkları gözlenir. Karaçaylar arasında islamiyetin yayılmasında en etkili rolü yine Dağıstan’dan gelerek Karaçay-Malkar halkına islamiyeti öğreten Kumukluların önemli rolü olmuştur. 18. yüzyılda Dağıstan’dan Karaçay’a gelen Kumuklu Aliy adında bir din hocası Karaçaylılara islamiyeti öğretmek amacıyla Karaçay’ın Kart Curt köyüne yerleşmiş ve onun soyundan bugün Karaçay’da Aliy adında bir soy meydana gelmiştir.

İslamiyetin Kafkasya’nın batısındaki Çerkes ve Karaçay-Malkar halkları ile doğusundaki Çeçen-İnguş ve Dağıstan halkları üzerindeki etkileri farklı olmuştur. İslamiyetle henüz 8. yüzyılda Araplar vasıtasıyla tanışan ve daha sonraki yüzyıllarda islamiyeti peyderpey kabul eden Dağıstan ve Çeçen-İnguş halkları şafi mezhebine dahil olurlarken, islamiyeti 17-18. yüzyıllarda Osmanlılar ve Kırım Hanlığı vasıtasıyla tanıyıp kabul eden Çerkes, Abaza ve Karaçay-Malkarlılar hanefi mezhebine girmişlerdir.Dağıstan ve Çeçenistan’da Kafkasyalıların bağımsızlık savaşı dini bayrak altında, müridizmin dini ideolojisi çatısının altında sürerken, Batı Kafkasya’da bu mücadele farklı şartlarda gelişerek değişik bir tablo çizmiştir.
Kafkasya’nın doğusundaki yani Çeçenistan ve Dağıstan’daki savaşın dini bir ideoloji çatısı altında sürmesinin nedeni Nakşibendi tarikatıdır.

Nakşibendiler 18nci yüzyılın sonlarında Şirvan yolu üzerinden Dağıstan’a geldiler ve 19ncü yüzyılda Çeçenistan ve bazı Batı Kafkasya bölgelerine yayıldılar. Ancak Nakşibendiler hiçbir zaman Çerkesya’da güçlü bir varlık gösteremediler. 1785 yılında Şeyh Mansur’un ““Ey halk; gaflet ve tembellik içinde olmayın. Günah işlemekten, tütün içmekten kaçarak tövbe edin. Mücadeleden kaçınmayın. Başkasının aleyhinde konuşmaktan kaçının. Af edin. Teshil-i teehhümedin, tasadduğa davet edilince gelin… Boş yere bağırıp çağırmayın. Cihada koşun.1” diyerek seslenen beyannamesi ile Çeçen-Dağıstan bölgesinde bugün Rusların “Müridizm” olarak isimlendirdikleri Gazavat hareketi başlamış oldu. Hatta Çeçen-Dağıstan bölgesinde kısmende olsa İslam ideolojisi altında Rus yayılmacılığına karşı birlik oluşturdu. 1785 yılında Rus kuvvetlerini Elda’da yenilgiye uğrattı. Rusların yine aynı yıl toplanarak tekrar saldırdılar ancak yine kaybettiler. 30 Ekim 1785 yılında bu defa karşılarındaki düşmanı ciddiye alarak takviye ile gelen Ruslar Tatartub savaşında Şeyh Mansur’un birliklerine büyük bir darbe vurdu. Şeyh Mansur bu darbe sonucunda geri çekilmek zorunda kaldı. 1786 yılında Çerkesya’nın Küçük Kabardey bölgesinde, Çerkesler ile birlikte Rus birliklerine karşı mücadelede yer aldı. Bu mücadele başarılıydı, ancak Şeyh Mansur bu tarihten sonra 1787 yılındaki Osmanlı-Rus savaşına kadar hiçbir faaliyette bulunmamıştır. Şeyh Mansur’un faaliyette olmadığı bu dönemde Çerkesler, Batı Çerkesya’daki Rus ilerleyişine karşı hep mücadele içinde olmuştur. Çerkeslerin Rus ilerleyişine olan direncinin kırılması ve Rusların Anapa ile Tsemez’i ele geçirip Kuban’ın güneyine doğru inmeye başlamalarıyla Şeyh Mansur tekrar harekete geçmiş ve 1789 yılında Ruslara ağır bir yenilgi yaşamasındaki yerini almıştır. Ruslar bu yenilgiyle birlikte Anapa önlerinden çekilmek zorunda kalsada, 1791 yılında Anapa’ya tekrar saldırmışlardır. Bu saldırıda Şeyh Mansur esir edilmiş ve 1794 yılında kimi kaynaklara göre ağır işkence altında öldürülmüş, kimi kaynaklara göre doğal yollarla ölmüştür. Ancak şunun altınıda önemle çizmek gerekir ki Şeyh Mansur’un bu savaşta, Çerkeslerden daha çok 1787’de başlayan Osmanlı - Rus savaşında Osmanlıların ve Osmanlının Anapa kalesinin savunmasında bulunmuştur. Zaten bu savaşta esir edilmesinden sonra Osmanlı hükümeti Şeyh Mansur’un serbest bırakılması için çok uğraşmış ancak Çariçe’yi ikna edememiştir. Şeyh Mansur’un esir edilmesi ve 3 yıl sonra ölmesinden sonra Nakşibendiler 1820’li yıllara kadar bölgede hiçbir faaliyet yürütmemişlerdir. 1820’lerin sonunda tekrar Şirvan’da ortaya çıktılar ve Dağıstan’da hızla yayıldılar. 1829 yılında Gazavat’ın yeni imamı Gazi Muhammed oldu. 1830’da Hunzah’ta Ruslara karşı çarpışmasında çok ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldı. 1832 yılında Gimri’deki Rus saldırısı sonucu ölümüne kadar Ruslara karşı küçük çaplı saldırılarda bulunmuştur. 1832 yılında Gazi Muhammed’in ölümüyle birlikte Gazavat’ın yeni imamı Şeyh Hamzat olmuştur.. Hamzat’ın ilk hedefide Hunzah olmuştur. Dağıstan’ın Avar bölgesindeki Rus nüfuzunu kırmak maksadıyla Hunzah şehrini kuşatmış ve Rus yönetimiyle iyi ilişkilerde bulunan Hunzah yönetimine son vermeye çalışmıştır. Hunzah kuşatmasında, Humzah Han’ının annesi Bahu Bike; oğullarını Hamzat ile görüşmek üzere göndermişse bile Hamzat Rus işbirlikçisi olarak gördüğü bu hanı ve yönetimini ortadan kaldırmış ve şehrin yönetimini ele geçirmiştir. Ne var ki Şeyh Hamzat; 1834 yılında şaibeli bir suikast sonucu öldürülmüştür. Onun ölümüyle birlikte; 49 yıl önce Nakşibendi tarikatının Şeyh Mansur ile başlattığı gazavatın başına Şeyh Şamil geçmiştir. Şeyh Şamil gazavatın başına geçtiğinde 37 yaşındaydı. Gazavat ise Şeyh Şamil doğmadan 12 yıl önce başlamıştı. Şeyh Şamil’in aksine bütün Gazavat liderleri savaşın içinde ölmüşlerdi. Üstelik Şeyh Şamil’in gazavat lideri olduğu zaman ilk işi kendisinden önceki gazavat liderleri gibi Rus askeri yayılmacılığına karşı mücadele etmek değildi, Dağıstan halkını şeriata riayet ettirmekti. Bu bağlamda bölgedeki Rus Generali Klug von Klugenav’a amacını bir mektupla belirtmiş ve bahsi geçen mektupta; “Kendi Müslüman kardeşlerim arasında şeriatı yaymaktan başka arzum ve başkaca aradığım bir şey yoktur. Kendi istekleriyle şeriatı kabul edenleri ben güzellikle bırakırım. Kabul etmeyenlere zorla onu kabul ettiririm. Ümit ediyorum General, benim barış işlerimi sen de tasdik ediyor ve bunların neticelenmesini istiyorsundur. Ama general bu doğrultuda benim sana inancım sarsılıyorsa benim davamla senin davan çatışmadan durmayacaktır.” ifadelerini kullanmıştı. Netekim Rusya’nın Dağıstan’daki askeri faaliyetlerinin artması ve barışçıl bir yol izlememesi üzerine Şeyh Şami kısa sürede cihad ilan ederek Çeçenistan’a çekildi. Ensal’da Ruslar ile işbirliği yapan grupların, kendisinin çekildiği yerle ilgili Rus ordusuna istihbarat verdiği bilgisini edinen Şeyh Şamil, Rus ordusunu başarılı bir şekilde pusuya düşürerek ağır kayıplar verdirdi. Ancak bölgedeki kırılganlık karşısında daha sert politikalar uygulamaya başladı. Bu anlamda Çeçen köylerine girmiş ve kendisine biat etmeyen gruplarla mücadele etmiştir. Aynı zamanda Hunzah halkından olup Urutalılara yardıma gelenlerle çarpışmıştır. Daha sonra Andilel, Tıhnusulel ve Çerbilel, Burjuna geçmiş bölgede kendisine biat etmeyen hareketler ile mücadele etmiştir. 1837 yılına gelindiğinde Ruslar tarafından Hunzah köyü işgal edilmiş ve burada bir kale yapılmıştır. Yine İkic, Zatnuh, Huzal, Girgeb, Zeran, Belegun, Muksuh ve Gimre köylerinde de kaleler inşa edilerek köyler işgal edilmiştir. Yaşananlar üzerine Şeyh Şamil kuvvetlerini alarak sarp mevkilere sahip olan Ahulgoh köyüne gitmiş, etrafı tahkim ederek buraya yerleşmiştir. Netice olarak Ruslar ile yapılan çarpışmalarda iki tarafta nihai bir başarı elde edememiştir. 1838’de Rusların tekrar Ahulgoh köyüne doğru yöneldikleri haberini alan Şamil, Irgan köyüne doğru harekete geçmiş, bu mevkide Ruslara karşı direnerek ilk başlarda başarı sağlayabilmiş fakat çarpışmalar neticesinde mağlup olarak geri çekilmiştir. Irgan yenilgisinden sonra önce Çirukta’ya, oradan da Ahulgoh’a çekilen Şamil, kendisine karşı olan Ensallılarla mücadelelere devam etmiştir. Şeyh Şamil durmaksızın mücadelelere devam ederken Ruslar da Ahulgoh köyünü muhasara altına alabilmişlerdir. Bu muhasara sonucunda Şamil’in oğlunu rehin almak şartıyla anlaşma teklif eden Rusların bu isteği kabul edilmek zorunda kalınmış ve Şeyh Şamil oğlu Cemaleddin’i Ruslara rehin olarak göndermiştir. Aldıkları rehineyle yetinmeyen Ruslar, Şamil’in teslim olmasını istemişlerse de, asla teslim olmayacağını belirten Şeyh Şamil direnişini sürdürmüştür. Taraflar arasında yaşanan şiddetli çatışmalar sonucunda Şeyh Şamil maiyeti ile birlikte Ahulgoh köyünden çıkmayı başarabilmiştir. Ahulgoh çarpışmalarında oğlu Cemaleddin’i rehin olarak vermek zorunda kalan Şamil aynı zamanda büyük kayıplar vermiş, bir oğlu, ablası ve kesin olmamakla birlikte eşi de bu çarpışmalarda şehit düşmüştür. Uğradığı ağır kayıplardan sonra geri çekilen Şeyh Şamil, sıkıntılı bir süreç ve zorlu bir yolculuktan sonra az sayıda kalmış olan müritleriyle birlikte Çeçenistan ormanlarına ulaşmayı başarmıştır. Rus Çar’ının kendisine gönderdiği barış teklifini şu şekilde reddetmiştir:

“Ben, Kafkas Müslümanlarının hürriyetlerine kavuşması için ilaha sarılan gazilerin en aşağısı Şamil, Allahü Teâlâ’nın himayesini, Çar’ın efendiliğine feda etmemeye yemin eden, özü sözü doğru bir Müslümanım. Çarla görüşmek üzere, beni hala Tiflis’e çağırıp duruyorsunuz. Davete icabet etmeyeceğimi bildiriyorum. Bu yüzden fani vücudumun parça parça kıyılacağını ve hayatımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem, kararımı asla değiştirmeyeceğim. Savaşacağım… Cevabım bundan ibarettir. Nikola’ya ve kölelere malum ola…”

4 Ekim 1853’te Kırım Savaşı’nın resmen başlaması Osmanlı Devleti’nin Kafkasya ile ilgilenmesini zorunluluk haline getirmiştir. Sultan Abdülmecid Şeyh Şamil’e 9 Ekim 1853’te bir ferman göndererek onu Ruslara karşı cihada çağırmış, Şeyh Şamil’de bu çağrıya 13 Aralık 1853 tarihli bir mektupla cevap vermiştir. Mektubunda Tiflis üzerine bir askeri harekâta girişilirse Rusların Kafkaslardan çıkarılabileceğini belirtmiş ancak Osmanlı Devleti içinde bulunduğu zor şartlar sebebiyle bu teklifi uygulamaya geçirememiştir. Buna karşın Osmanlı Devleti 1854 mayısında Dağıstanlı Halil Bey’in teklifiyle Şeyh Şamil’e “Dağıstan Serdar-ı Ekremi” unvanını vermiştir.

Kırım Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Rusya bütün kuvvetlerini Kafkasya’da toplamış ve Osmanlı Devleti ile İran’dan gelen bütün ikmal ve silah yollarını kesmiştir. Bunun yanında Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Eflak-Boğdan ve Karadağ’da çıkan isyanlar gibi birçok iç ve dış mesele ile uğraşan Osmanlı Devleti,Dağıstan Serdar-ı Ekremi’nin destekleyememiştir. Rusya Çeçenistan üzerine yürümüş ve iki yıl süren bir direniş sonucunda Çeçenistan Rusya’nın eline geçmiştir. Şeyh Şamil uzun süren kanlı çarpışmalardan sonra Gunup Dağına çekilmek zorunda kalmıştır. Yanında bulunanların çoğunun ölmesi ile birlikte artık yapılacak bir şey kalmamış ve netice olarak elçiler aracılığı ile bir anlaşma yapılma yoluna gidilmiştir. 1859’da Şeyh Şamil ve ailesi Rusya’nın esiri olmuş ve kendilerine misafir gibi davranılmıştır. Prens Baryatinsky’nin karargâhına götürülen Şeyh Şamil ve oğulları saygıyla karşılanmış, ertesi gün de Temirhanşura’ya, Temirhanşura’dan Saint Petersburg’a, oradan da Kaluga’ya götürülmüşlerdir. On yıl sonra 1869’da kendi isteği ile Kiev’e gönderilen Şeyh Şamil, Çar II. Aleksander’dan daha önce de dile getirmiş olduğu Osmanlı Devleti’ne ve oradan da Hacca gitme isteğini yinelemiş, Çar da bu defa: “Bize karşı silah kullanmayacağınızı vaad ederseniz ala, dediğiniz gibi olsun.” Diyerek bu isteğini kabul etmiştir. Şeyh Şamil Rusların müsaade etmesi üzerine 31 Mayıs 1869’da İstanbul’a gelmiş, aynı gün Sadrazam, Şeyhülislam ve Dâhiliye Nazırını ziyaret etmiştir. Devlet erkânı ile yaptığı görüşmelerden sonra padişah ile de görüşmek isteyen Şeyh Şamil, 15 Ağustos 1869’da Sultan Abdülaziz tarafından Dolmabahçe Sarayı’nda kabul edilmiştir. 15 Ocak 1870’te Sultan Abdülaziz’e veda için ziyarette bulunan Şeyh Şamil, 25 Ocak’ta İstanbul’dan hacca gitmek üzere ayrılmıştır. Hacdan sonra 4 Şubat 1871’de 74 yaşında Medine’de ölmüş ve orada defnedilmiştir.

Şeyh Şamil’in buraya kadar Çerkesler ile ilgili hiçbir ilişkisi olmadığı çok açıktır.
Kaynakların verdiği bilgilere göre Çerkesler, kendilerine naip gönderilmesi için İmam Şamil'e defalarca başvurdular. General Vorontsov'un General Çernışev'e yazdığı 8 Kasım 1847 tarihli mektupta "Eylül (1847) sonunda Kubanlılar şeriatı yaymak ve hükümetimize karşı askeri faaliyetlerde onları yönetmesi için kendisine yakın Çeçenlerden veya Lezgilerden birini naip olarak göndermesi ricasıyla Şamil'e bir heyet yolladılar" deniyordu (AKAK X 590). Birkaç girişimden sonra Abadzehler Şamil'e ulaşmayı ve isteklerini iletmeyi başardılar. Şamil temsilcilere, böyle zor bir görevi yerine getirmeye muktedir, güvenilir biri olmadığını gerekçe göstererek ret cevabı verdi. Abadzehlerin kendisinden naip alma konusunda ısrarlı olduklarını görünce, yardımcısı Mirza Amir Han'a Kuban'a gitmesini teklif etti, fakat Amir Han bunu kabul etmedi (AKAK XII 1522). Görüşmeler sırasında orada bulunan Muhammed Emin, büyük sorumluluk gerektiren bu görevi üzerine almaya hazır olduğunu bildirdi. Muhammed Emin bir kaç açıdan dolayı Çerkesya mücadelesi içerisinde bulunmuş birisidir ve 11 yıl boyunca yok sayılmayacak çalışmalar yapmıştır. Yaptığı çalışmalar tüm Çerkesler içerisinde kabul görmemiş olsada ve hatta bu durum kendisini çok zorlamış olsa bile; tarihi bizim tarihimizdir. Çerkes tarihi içerisine gazavattan bir önder çıkarılacaksa bu Şeyh Şamil’den daha çok Muhammed Emin’in hakkıdır. Ancak şurası unutulmamalıdır ki Çerkeslerin vatanlarını savunması 1763 yılında başlamış ve 1864 yılında çok acı bir şekilde sona ermiştir. Muhammed Emin ise Çerkesya’nın bir bölümüne 1848 yılında gelmiş ve mücadeleye katılmış 20 Kasım 1859 yılında ise General Filipson'la yaptığı görüşmelerden sonra, ömür boyu yıllık 3 bin ruble maaşla ödüllendirilerek savaştan çekilmiştir. Yani Çerkesler Gazavat Çerkesya’ya gelmeden 85 yıl önce savaşa başlamış, gazavat’ın lideri teslim olduğundan, naibi yıllık 3 bin ruble maaşla ödüllendirileceği bir çekilmeden sonrada 5 yıl vatanlarını savunmaya çabalamışlardır. Gazavatsız 90 yıl boyunca Ruslara karşı savaşan Çerkesler, bu savaştan kendilerine bir lider çıkaracaklarsa 25 yıl savaşın sonunda Ruslara teslim olup Hacca giderek ölen Şeyh Şamil’den yada 11 yıl Çerkeslerle olup yıllık 3 bin ruble maaşla savaştan çekilen bir Muhammed Emin’den çok daha kutsal ve önemli liderler çıkarabilirler.
Share:

2 yorum:

  1. Neden dedelerinizin esamesi okunmuyor da #ÇerkesEthem tarihe gecti? Önce onu bir sorgulayın.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bencede bütün Çerkesler kurtuluş savaşında, öncesinde ve sonrasında onca Çerkes varken hiçbirisinin esamesi okunmuyor onu önce bir sorgulasınlar, araştırsınlar. Olayı senin deden, benim dedem meselesine çevirmeye gerek yok. :)

      Sil

Çerkesçe

Translate

Çerkesler

Çerkesya

Çerkesya ya da Çerkezistan (Çerkesçe: Адыгэ Хэку,[1] Rusça: Черке́сия, Gürcüce: ჩერქეზეთი, Arapça: شيركاسيا[2]), Kuzey Kafkasya ve Karadenizin kuzeydoğu kıyısında yer alan bir bölge ve tarihsel bir ülkedir. Bu Çerkes halkının vatanıdır.

Etiketler