Yoldaşlara...

"...sabahları erken kalkıyor, geceleri geç yatıyoruz."

Kişinin kendini düşünebilmesi, kendi adına karar verebilmesi, ihtiyaçlarına kendi karar vermesi, ihtiyaçlarına kendi çözüm araması... kendi yaşamıyla ilgili, kendi geleceğini kendi başına ve hiçbir müdahaleye, direkt yönlendirmeye maruz kalmadan yapabilmesi çok önemli şeylerdir. Hatta, bu önemi o kadar yücelteyim ki; 'bu özgürlüğün en temel yapı taşıdır' bile diyebileyim size. Bununla ilgili; düşünsel anlamda, bunu sürekli konuşanlara neden itiraz edeyim? Bir kişinin, neyi yaşamak istediğine karar vermesi, bunun için kendine ihtiyaç gördüğü şeyleri edinmesi, programlı ya da doğaçlama olarak istediği yaşama doğru yürümesi beni neden rahatsız etsin? Zaten beni rahatsız eden şey; neyi nasıl yaşamam gerektiğine karar veren, yaşamın en temel ihtiyaçlarını bile verdiği bu karara oturtan ve kendini bana sürekli dayatan şey değil mi? Benim, sizin gibi düşünmediğimi söylemek kadar kırıcı bir durum yok. Ben kişinin, kendi edinebildiği bilincine saygı duyuyorum ve bu anlamda; her ne kadar uyuşmazlıklar barındırsa bile, kişinin benim yaşamımı etkilemeyeceği herşeyi onaylıyorum. Ancak sorunun kökeni de sanki burada başlıyor. Çünkü; kişi kendi başına karar alımını bana zarar vermeden ne kadar yapabiliyor? Onun, yaşantıma etkisi ne ve neyin benim ihtiyacımı gidermek için çözüm olmadığına, benim çözüm olarak gördüğüm şeyin yanlış olduğuna nasıl karar veriyor? Bunu hangi tarafa dayanarak yapıyor? Bunu hiç tartışıyor mu acaba içinde? Yoksa, kendini ve bilincini kutsalı sayarak; neyin kaderini(*1) değiştirecek olursa olsun yapmayı özgürlüğü sayarak, kaderini değiştirdikleri için hiçbir sorumluluk duymak istemiyor olabilir mi? Sizce kişinin, (her kişi olabilir) özgürlük gibi bir kavramı kendine merkezleştirip; merkezinden dünyadaki diğer kişilerle olan etkileşimini sadece kendi özgürlük algısıyla yorumlaması doğal mıdır?

Bu soruların çıkaracağı cevaplardan çok, yeni sorular sordurtacağını düşünmekte benim biriciğimin gerçekçiliğidir. Gerçek; içinde bulunduğumuz durumun somut tahlilleri üzerine oturduğu zaman; günün en büyük sorununu oluşturan şeyin; kişinin kendi inisiyatifinin bütün kişilerin inisiyatiflerine rağmen kendi penceresinden düştüğü durumun bugün oluşturduğu alışkanlık hastalığıdır. Bir gerçekte yaşıyoruz, her ne kadar insanlığın gerçekliği olduğuna inanmasak bile, bizi içinde bulunmaya mecbur eden, dışına çıkmayı pek tecrübe edinemediğimiz; somut, dayanmış ve bastıran, hayatımızın her alanına kast eden ve hayallerimizi vahşice sömüren, içinde yaşadığımız yalandayız ve onu gerçek gibi yaşamak; inkar etsek bile maalesef ki kaya gibi ağır bir hakikat. Yaşamamız dayatılmış bu yalana bir hakikat gibi davranmak zorunda kaldığımız ise kim ne derse desin içinde bulunduğumuz durumun en nazik tarifidir. Birbirimizi kandırmadığımız için, vaadlerde bulunmadığımız için ve hepimiz özgürlüğün nerede bulunabileceği konusunda hemfikir olabildiğimiz için yanyana değil miyiz? O zaman yoldaşınız olarak size gerçeği tarif etmekte, yoldaşlarım olan size karşı bir öz sorumluluğumdur.

Bu yüzden derim ki;

Tarihin özgürlük için çarptığı zamanlarda, bizim bugün onlardan aldığımız ilham taşıdığımız kavgamızın değerini iyi bilelim. Çünkü özgürlük arayışımızın tarifini ve savaşını vermiş olanlar sayesinde bugün kendimizi bir araya getiriyoruz. Kendi içinde bulunduğumuz ve düşmanımız tarafından sürekli manipüle edilen suyumuzu berraklaştırmak, anlaşılabilir kılmak ve neyi neden ve nerede-nasıl talep edeceğimizi anlatabilmek; hayalini kurduğumuz yarına doğru bir adım daha gidebilmekten başkası değildir. Her birlikte oluşumuzda, birlikte başlayan tartışmalar ve birbirini tekrar eden deyimler; bizi özgürlük için aradığımız çözümden uzaklaştıran şeyler olmamalıdır. Tartışmalar, konuşmalar elbette doğal, fakat doğal olmayan şey; bunca tartışmanın bir sonuç doğuramaması değil mi?

Bugün, sayfalarından sözler paylaştığınız ve makalelerini dilinden düşürmediğiniz insanların; bugüne uzaklığı ve bu uzaklığın anlaşılmazlığı kabul etmelisiniz. Düşmanımız, kavgamızdan korkuyor! Biliyor ki; onu yok edecek olan biziz. Bizi birbirimize karşı anlaşılmaz kılmak istiyor ve asla bitmeyecek bir fitneyi aramıza aşılıyorlar. Bunun adına her ne denirse densin; ki bugün sözde kendini bireyselci anarşistler olarak tanımlayan ve anarşist kolektiflerin ve örgütlenmelerin birlikte hareket etme duyularına saldıran; birlikte hareket etmeyi doğru bulan yoldaşlarımızın kafasını karıştırmaya çalışanlar da; bu fitnenin kendi organik ağlarımıza gelmesine bilinçsizce hizmet etmektedirler. Defalarca rastlamama rağmen ve iletişim kurmaya çalışmalarıma rağmen; kendi sesi dışındaki bütün seslere kapanmış kulakların ardında, kimin ne istediğine kendi karar verip, buna gerçekmiş gibi inanan arkadaşlar, her ne kadar anlık organize olabilen yapılaşmaların içinde fiziken bir sayı teşkil etselerde; inancımızı söyledikleri ve kendi söylediklerini bile dolaylı inkar etmeleri yüzünden; kendi içlerinde neyi istediklerine karar veremeyişin inanılmaz birer baş ağrısını çekere, bu ağrıyı kendi akıllarından, kolektiflere taşımaya devam etmekteler. Bu yaptıkları, bazı anarşist teorisyenlerin makale ve sloganları ardına sığdırıp gerçekliğine; kendi inkar ettikleri yolla bizleri de inandırmaya çalışıyorlar.

bizim paradokslar üzerine kendimizi tüketeceğimiz vaktimiz yok. Kimsenin efendisi olmak istemiyoruz fakat kimsenin kölesi olmakta istemiyoruz ve kölesi olmaya zorlandığımız bir yaşam içinde doğduk; savaşıyoruz! Düşman müfrezelerini oluşturmuş ve bize saldırıyor. Direnmek için bir barikat kurmalıyız. Bu barikatı savunmalıyız, şimdi susmaya da hakkımız yok; konuşmaya da.. ikisini bir arada oluşturmalıyız.



Share:

Sochi; Geçmiş-Gelecek


Yaşamın bizi taşıdığı yerdeyiz. Tarihimizin kırım noktası olan 1864'ü, Umutlarımızın süsü iken, halkımızın mezarına çevrilmiş Sochi'yi ve bizi acımasızca savuran Savaşı da unutmuyoruz. Gerçeklik ve duygusallık ikilemindeyiz. Robot değiliz, farkındayız. Duygusal davranabiliyoruz fakat bu duygusallığı hayatımıza endekse edemeyiz. Duygusallığımız geçmişten beslenirken, gerçekliğimiz geleceğimizi inşa ediyor olacak. Bu yüzden şurasını iyice anlamalıyız ki; ne duygularımızı söküp atabiliriz içimizden, ne de duygularımıza esir olup geleceğimizi risk altına alabiliriz; tek bir yol var! Geçmişi unutmadan, geleceği planlamak!

Ölenler; boyun eğmediler diye öldüler... boyun eğmediler, çünkü; özgür yaşamak istiyorlardı ve inanır mısınız bilemem ama, ölene dek özgür yaşadılar ve özgür insanlar olarak öldüler. Bize bu savaşı kazanacak bir erk, silah bırakmadılar ; çünkü onlarda yoktu.. bize sandıklar dolusu altın, kutular dolusu para bırakmadılar, çünkü onlar da yoktu. Ancak, hiçbir erkin zaptedemeyeceği ve hiçbir altının satın alamayacağı o şeyi bize bıraktılar.. çünkü onlarda vardı o, asla teslim etmedikleri ve asla yolundan dönmedikleri bir şeydi; ÖZGÜRLÜK RUHU.. işte kara tarihimize tanıklık eden karadenizin rüzgarında kulağımıza taşıdığı fısıltı da bu.. bize öylesine kesin, öylesine gerçekle konuşuyor ki karadenizin fısıltısı; "İyi dinleyin beni" diyor ve "Hiçbir gücün, hiçbir baskının ve şiddetin teslim alamadığı ruhu dinleyin, bu ruh ki; sizin yüreğinizden ve aklınızdan sökülmedikçe; hiçbir şekilde esir olmayacaksınız. Herşeyin bitti dendiği noktada, yeniden varolmanın ne olduğu; dosta-düşmana göstereceksiniz" diye devam ediyor.

Sochi'de olimpiyat yapabilirler-yaptılar-da! Devam da edecekler buna.. Çünkü devlet, ahlaksızlığın ve savaşın kendisidir. Rusya da bir devlettir. Kendi içinde, kendi eğitim adı altında aşılağıdı şeylerde, kendi altında ezilen işçilerine diyor ki; "Ben güçlüyüm. Korkun benden" Bunu bize de söylüyor. "Sizin tarihinize kıydım. Sizin yaşamınıza kıydım ve sizi dağlarınızdan çıkartıp çöllere kadar yollattım. Öldürmekle bitmediniz. Kalanlarınız şu gücüme tanık olsun ve haddini bilsin. Ben bugün, tekrar; size yine aynı acıyı yaşatacak güçteyim. Sochi'de kanıtımdır." diyor. Biricikliğinin temelini, kana ve vahşete; baskıya ve dayatmaya oturtup; "Bu topraklarda, benim istediğim herşey olur" diyor ahlaksızca. Uluslararası özgürlük istemine de şunu iyice gösteriyor ki; bir devlet; savaşın en acımasız olduğu yerde, barışı temsil eden olimpiyatları kullanacak kadar yalancı, göz boyayıcıdır. Biz Çerkesiz ve İnciniyoruz tabi, bu yaşamın insancıl refleksidir. Biz-de bu insancıl refleksimizin kalbimize bıraktığı acıya karşılık tepki veriyoruz. Tepkimiz kronikleşiyor sonra, sonra iyice sıradan bir şeye dönüşüyor bizim için. Aslında şurayı unutmayalım; sochi sıradan bir kent değildir. Rusya sıradan bir olimpiyat düzenlemedi. Biz sıradan bir eylem yapmadık. Sochi bir soykırım toprağıdır ve özgürlük ruhu taşıyan Çerkesyalılar tarafından, canları pahasına savunulmuş Çerkesya'nın işgaline, soykırımın fiziksel bütün belirtilerine tabidir. Rusya, biraz yukarıda bahsettiğim gövde gösterisini yapmış, savaşın en acımasız olduğu bir kenti barışı temsil eden bir organizasyona ev sahibi yaparak; dünya devletleri için; savaşın ve barışın ne kadar oryantal olduğunu göstermiştir. Hiçbir şey sıradan değilken ve olimpiyatlara hayır eylemleri de kaynağını buradan alırken, çirkinliğine tanık olduğumuz devlet rusyası bu olimpiyatları yapmıştır. Buna karşı da kaynağını buradan alan, olanı kınayan eylemler yapılmıştır. Bu süreçte biz; uyuyan bir halkın ayağa kalkan bazıları olarak eylem yapma refleksimizi ve tarzımızı da oluşturduk. Şimdi aylarca ve yıllar kendimize sochi'yi anlatıp, sochi üzerinden dirilen halk tabakamızı sürekli sochi üzerinden eyleme besleyemeyiz. Sochi; bizim için acı Rusya için yüz karası olarak tarihe ikinci defa yazılmalıdır ve tarihte, ait olduğu yerde yerini almalıdır (Geçmişte) Bizler de, yaşayan ve organik bağlantı kurabilen Çerkesler olarak, kültürümüzü, dilimizi ve bizi biz yapan herşeyimizi canlı tutacak birşeyler yapmalıyız.

Geleceği tesadüfen değil, planlayarak yaşamalıyız. Plan-programlarımızı organize etmeli ve geleceği bu organizasyona uymaya zorlamalıyız. Bunun için eylem göstermeliyiz.

Tabi herşey olurken, geçmişimizi de asla unutmamalıyız.

Çerkes Soykırımını artık dışarıya anlatmalıyız. Halklarla birlikte (Türk, Kürt, Arap, Laz, Alevi,  Sunni, Dinsiz, Hristiyan) halkımızı temsilen, halkımıza hitap eden, halkımız adına konuşan ve isteyen olmalıyız.

Share:

dünya anadil gününde, konuşamayan anaların hatrına!



Bugün dünya anadil günü yoldaşlar!

Tarih ile yitip biten ve tek konuşanı kalmayan ölü dilleri bugün teker teker selamlamalıyız ve hala konuşulabilen, bu fırsatı olan dillere de sarılmalıyız. Bugün anadil günü, bugün diğer dilleri kendi adlarıyla selamlamalıyız. Neşe günü değil, sevinç günü değil çünkü hala öldürülen dillerin var olduğunu bilmeliyiz, katillerin failleri teker teker öldürdüklerini ve öldürülen dillerden sonra sıranın bizim dilimize geleceğini de idrak etmeliyiz! Bugün, kardeş halkların kendi dilini konuşmasını kucaklamalı ve dosta-düşmana şu mesajı vermeliyiz: BİZİM KAYBEDECEK BİR DİLİMİZ KALMADI!

...fakat yoldaşlar;

hangi dili konuşuyor olursa olsun; şehrin ve kırsalın en izbe köşelerinde; yaşamın en zor sanatını icra eden, kire, pise, haksızlığa rağmen-
-acıya, kana ve savaşlara rağmen hala dönen bu dünyada, hala insan yetiştirmeye devam eden ANA'lar; BABA'lar tarafından işkenceye uğratılıyor.
Bu BABA'ların ve zihniyetinin sona ermediği her gün; ANA'dan başlayarak, inananlar için VATAN, inanmayanlar için KARA.. DİLlerimiz hep tehlikedeler.  Çünkü bu melun babalar, vahşi bir sistemi yaşama önce kadının bedeninden, sonra doğanın yüreğine değin her yere dayatarak, baskı ve şiddetle geçirdiler. Başka halkların analarına dillerini unutturdular, silahı icat edip; evlatların canına kıydılar ve ölen evladı arkasından, anasının hangi dilde ağladığına hiç bakmadılar.

Bugün, Dünya ANAdil günü; ağzını açıp tek kelime edemeyen analarımızın da günü..
bugün kutlanacak gün değildir kurtuluşa kadar.
bugün analarımız için,
ana dillerimiz için dövüşeceğimiz gündür..

Share:

Sadece doğa değil, biz de kirleniyoruz.



Sadece ağacın, kuşun ve böceğin hatrına değil; yanılgısına kapıldığınız benliğinizin aşkına da sahip çıkın yaşama. Canlılık birbirine paranın, sermayenin, iş gücünün, rahatın ve huzurun, bolluğun ve çokluğun bağlarıyla değil, organik bağlarla bağlıdır. Bu organizmanın hastalanan bir parçası, sadece ona temas eden organları değil, onunla birlikte olan bütün organları hastalandırır. Şu gerçek gözünüzün önünden asla yitmesin; bizler dünya denen bu canlının parçasıyız. Herşeyle birlikte; bu canlının kendini yaşatan ve kendini yaşatırken bize de sunan parçasıyız.. eğer kanserli gibi hareket edip, bu canlının yaşam devrelerini geleceği gözetmeden zehirlemeye devam edersek, kanserimizi durduramaz ve canlının her yerine aynı pislikle bulaşırsak, kendi yaşamımızı da tehlikeye atacağız. Bunu görmek için okullar okumamız gerekmiyor. Bunu anlamak için kitaplar yutmamız da gerekmiyor. Zifiri cehalet dönemine sırtımızı dayamış, mecburi aydınlık çağına şahitlik ediyoruz artık; artık biliyor ki, zehirlediğimiz gökyüzünden uzakta değiliz, gökyüzünü ciğerimizde tutuyoruz. Zehirlediğimiz su kaynaklarının dışında değiliz, bütün sular bedenimizde akıyor. Yediğimiz bitkilerin dışında değiliz, onlardan alıyoruz ve onlara veriyoruz. Yaşam her ne kadar dışsal algımızın önüne serilse bile, organik biçimde hayatımızın içine de giriyor. Sadece gökyüzünü, suyu ve toprağı kirletmiyoruz! Kirlettiğimiz kadar da kirleniyoruz..

Lütfen, sadece ağacın ve kuşun değil; yaşamın hakkı için duyarlı olun. Sadece doğayı değil, kendinizi de korumak için uyumlu yaşamayı arzulayın. Sadece doğayı kirletmiyoruz çünkü, doğayla birlikte kirleniyoruz çünkü bunu anlayın.

Çocuklarınıza reva gördüğünüz kanserli bir dünyada, acılı bir hayat olmasın.

Sağlıklı bir yaşam için, uyumlu bir canlı olmayı öğrenin. Doğayı ve yaşamı kirletmelerine izin vermeyin.
Share:

gerçeklik ve faşizm

Sevgililer, gerçek öylesine acımasızdır ki 'yalancının' kim olduğunu sormaz.. Enternasyonaldir gerçeklik.. ve bazı gerçeklikler öylesine biricikleşmiştir ki; onun felsefi bir 'dışa akımı' ve 'başka yorumu' yoktur! Sadece kendisi vardır; olduğu yerde, ağır ve acı verici olarak tarifini iyi yapar.. İşte FAŞİZM'de bu gerçekçilik tanımı içindedir. Türkiye'de küçücük bir zümre dışında kendine faşist diyeni pek azdır aslında, ancak Türkiye'de faşist olmadığını iddia eden on-milyonlarca faşist yaşar. Onların kendilerine ördüğü hiçbir mazeret, hiçbir söylem akıla hitap etmez.. Onların kendilerini olduğu gibi kabul etmesi-de zordur. Faşizmin pek çok özelliğini bünyelerinde taşırlar ve faşist olduklarını anlamazlar. Bunları pek uzakta aramayın, çok yakındadırlar aslında; hepimizin evinde, çoğumuzun odasında bile.. ve hatta yine azımsanmayacak kadar çoğu-da aynanın karşısındadır bunların; öyle gözünüzü uzaklara dikmeyin hemen! Kendinizle tanışın..

Kimileri barikatlar-da bu arkadaşların,
kimileri sokaklar-da
kimileri açık açık faşist
kimileri ise gizliden gizliye!
kimi bilir, kimi bilmez
kimi ise inkarcıdır..
kimileri mutfakta; kasaptalar

bir annenin yavrusunu öldürüyorlar kimileri,
kimileri bu ölümden pay alıyorlar
kimileri onu anne-yavru saymıyorlar.

herkesin bir bahanesi var;

kimi; Türkiye'yi böldürmeyecekmiş
kimi; sağlık için yiyecekmiş..
kiminin de parası yokmuş, çaresizmiş..

kimine göre; kadın susacakmış
kimine göre; herşey bizim içinmiş
kiminin hiç görüşü yok..

#milyonlarcafasist e...

bir kedi için dövüşeceğiz, bir köpek için, bir dana için..
bir adım geri durmayacağız..
ne insandan,
ne hayvandan asla vazgeçmeyeceğiz!
bugün hayvan ölümleri için susanlar,
hayvan katliamına adalet istiyoruz diye kızanlar iyi bilsinler!
işkenceyle öldürülmüş bir kedinin hakkını arayamayan,
öldürülmüş insanın hakkını da aramazdı;
ucunda politika (bir çıkar) olmasaydı..!
Share:

Çerkes Soykırımı Tanınsın - İmza Kampanyası


Share:

Örgütlü Saldırılar sürecekse, savunma güçleri de örgütlenmelidir.

Savunma terimi üzerine düşünüldüğünde elbette bir saldırı aranmaktadır. Şimdi yoldaşlar kendi iç uzlaşma kanatlarında bunu da konuşuyorlar, belki hiç açılmamış bir paragrafı konuşmamız gerekiyor. Bir saldırı olmaksızın, bir savunma mekanizmasının geçersizliği üzerine benim de itirazım var! Çünkü insanlığa, özgürlüğe ve yaşam alanına bir defa bile saldırı olduğunda (ki çok daha fazlası olmuştur.) savunma mutlaka doğal bir refleks haline gelir. Saldırı olabileceği ihtimali sürekli bir şüphe uyandırır ve genellikle bu şüpheler yerindedir. Çünkü zayıflık; küçüklük veya azlık değil; hazırsızlıktır. Eyleyen azınlığın, gündemden düşmeyen saldırıkara çeşitli savunma yolları oluşturması; bir saldırı paranoyası, korku değil aksine; paranoyaları yok etme, korkunun üstesinden gelmesiyle ilişkilendirilebilir. Aynı zamanda saldırganlığı ilke edinmişler çağında, düşmanın ritmik tüm saldırılarına karşılık savunma da ilkeleşmelidir. Bilinmelidir ki; her tarafın bir karşı tarafı olur ve bu tarafların karşı taraflara karşı gerçekleştirdikleri her hareketin de bir karşılığı bulunur. Düşmanların günceleştirdikleri saldırılar; yoldaşların günceleştirecekleri savunmaları doğuramıyorsa; düşmanlar tarafından kuşatılan bir hareketin tam içinde olup-olmadığımızı düşünmemiz gerekir.

Savunma; ilkeselleşmeden önce ihtiyaçlaştığında; (ki büyük ihtiyaç olduğunu düşünmekteyim) ve bu ihtiyaç bir hayat meselesine dönüştüğünde; artık savunmasızlığa karşılık canlar veriliyorsa ve düşman bunu kullanarak iyice hayata kast ediyorsa; savunmanın şiddetli gücünün şiddet içeriğinden; bunu o denli ihtiyaç haline getiren düşmanın kendisi sorumludur. Savunma şiddeti; tamamen saldırı şiddetiyle alakalıdır. Bu durumda; ortalık yere zarar veren bir savunmadan önce, bunu ihtiyaç haline getiren saldırganlığın eleştirisi olmalıdır. Saldırıları eleştiremeden, savunmaları eleştirenleri ise; tarihin ikiyüzlüleri olarak değerlendirip pek ciddiye almamamız gerekiyor.

Bugün Kürdistan başta olmak üzere bir çok çeşitli bölgede; savunma güçlerine yönelen eleştirilerin malesef saldırı güçlerine yönelmediği gerçekçiliğini düşünmeliyiz. Bugün saldırılar karşısında tecrübelenerek savunma kanatlarını oluşturamayan direniş sahalarının kaybettiklerini de konuşmalıyız ve savunma ihtiyacına karşın; barış, antimilitarizm, şiddetsizlik gibi evrensel değerleri; tek taraflı olarak direnenlere dayatıp, saldıranlara karşı hiçbir fiili hareketi olmayanları da tanımalıyız.

Saldırı varsa, savunma da olur. örgütlü savunmanın bulunmadığı örgütlü saldırılar karşısında direnenler; kaybettikleri herşey için sorumlu sayılmalılar.

Share:

Yeni Başlayanlar için: İnsan Çerkesi olmak...



YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN, İNSAN ÇERKESİ OLMAK..

Hani toplumun izbeleşmiş ve insanlık karakterini kaybetmiş insanlarını çokta ciddiye alıp, başımı ağırttığımdan değilde; belki dar kafalarını çevreleyen duvarları yıkmalarına yardımcı olabilirim ihtiyacıyla yazıyorum bunu... Belki onlara, karakterlerini kaybettikleri yaşam için, onları çepeçevre saran bu onursuzluk duvarını yıkmak konusunda cesaret veririm. Anlamazlarsa da, kaybedeceğim bir şey yok; onlar için bir umutsuzluğa düşmediğim gibi, bir umutta beslemediğim aşikar; kalenin duvarında yosun olmaya razılaştırılmışlar için sanırım bu duruşum en hayırlı olanıdır.  Malum geçen zaman uyuyan halkların ellerinden, kendilerine özgü olan bütün renkleri aldı; gri zekalı yığını da önümüze utanç duvarı olarak koydu. Ama mücadele öyle bir zamanlamada dirilir ki, grizekalaştırdıkları yığınların içinden gökkuşağıyla gözleri kamaştırır. Hiç beklenmeyen bir şey olur: Grizekalıların bütün baskılarına, itirazlarına rağmen; halkın oğlu: halkının sesi olur ve bağırmaya başlar.. işte o ses bir kere çıka-dursun gırtlaktan; onu susturmaya gücü yetmez kimsenin. İşte bu yazının bütün özeti-de bu; Grizekalılaştırılmış Çerkeslere hitaben, İnsanlık renklerinin gökkuşağına, Çerkeslerin adıyla ışıldayan İNSANLIK ONURU rengidir. Onlara, kaybetmeye yüz tuttukları onurlarını tekrar anlatma denemesidir. Kale duvarında, yosun gibi ezik, izbe ve onursuz olmanın ve tüm bu izbe yaşamına rağmen, tüm bu kral seviciliğine rağmen arsızca, damarı çatlamışça çıkıp; kendi halkının sesi olmaya çalışan halk çocuklarına çatışının ne denli ezik bir duygu patlaması olduğunu hatırlatmaktır. Bu yazı; Halklar Gökkuşağındaki Çerkeslik ışıldamasının, birinci ağızlardan yansımasıdır.

Özellikle, mücadelemizin görsel arşivlerine gelip "Bunların neresi Çerkes" diye soran kişilere seslenmek istiyorum. Bu bir kıstas değildir elbette, ancak genel anlamda aktivistlerimizin kendilerini tanıttığını; kendilerine sorduklarında, nereden Çerkes olduklarını anlatacakları, sizin grizekanızın yetmeyeceği ölçüde nereden - nereye Çerkes olduklarını bilinci vardır. Eğer siz, terbiye duyunuzu yitirmiş bir şekilde kasıla kasıla sorarsanız "Neresi Çerkes" diye.. Size nereden Çerkes olduklarını anlatır, sizin nereden Çerkes olduklarınızı sorarlar. Ne kadar Çerkes kaldığınızı da sorarlar. Size Çerkesliği sorarlar. Sizin izbe duvarlarda, yosun gibi yaşamınızın Çerkeslikle ne kadar alakalı olduklarını sorarlar. Hatta bunu o güzelim mavi gözünüzün içine bakarak yaparlar. O onursuzluktan etkilenmeyen kasıntılı gövdenizi dik tuta tuta rezil oluşunuz anında gösterdiğiniz fiziksel tepkileri de incelerler. Sizi "bir omurilik yeteceği halde, koca bir beyini boş yere taşıyanlar" deneğiymiş gibi; asimilasyonun, grizekalaştırılmanın tarihiymiş gibi yazarlar. Ama sizde elbette Xabze'nin X'si bile kalmadığı için gidip orada-burada ben Çerkesim intibası yaparsınız, "Çerkesliği benden öğrenin" dersiniz.. Biz de size Bzeyiko savaşından, Çerkesya Ulusal Meclisine; onuru ve kimliği için savaşan Çerkeslerin yüz utancı olduğunuzu anlatırız, sanki anlayacakmışsınız gibi... Sonra içimizdeki kardeşlerimizden genç olanları üzülerek gelirler yanımıza.. derler ki bize "Sigoş, bunlar nasıl Çerkes?" "Bunlara rağmen, devam mı?" diye.. evet; şimdi gidin aynanın karşısına geçip sorun hadi: Biz nasıl Çerkesiz?.. diğer soruyu siz boşverin, zaten hiç dolu bir şey veremediğiniz halkınız için; biz yoldaşlarımıza diyeceğiz ki "evet, bunlara rağmen devam"  size rağmen, sizin üstünüze giyindiğiniz halkın onurunu koruyacağız anlayacağınız.

Şimdi bize soruyorsunuz; Bunların neresi Çerkes diye? Belki de bildiğiniz tek saldırma yolu bu, siz hani; düğünlerde gerile gerile oynarken, kahvehanelerde kasıla kasıla söylenirken; diliniz ve kültürünüz akademik olarak asimile olmuş, tek kelime etmemişsiniz. Belki siz de bilmiyorsunuz.. Belki hani sülalenizi biliyorsunuz ama Sürgün yollarındaki dönüşümünüzden bi habersiniz.. mesela; ben Abzex biri olarak, Samsun'dan Ürdüne kadar nasıl gittiğimizi, şu talihsiz bize ingiliz peksimetini filan biliyorum. Mesela rahmetli dedemin babası olan Mustafa Apiş'in Gaziantep illerinde neler yaşadığına kadar araştırıyorum. Hatta en önemlisi, ulusallaşma savaşımız olan Bzeyiko'da kabilemin halkını satan Pşılara karşı duruşunu, halkı için meclisleşen Xase için mücadelesini de biliyorum. Ben savaşmanın ve savaşmamanın; susmanın ve konuşmanın.. mücadele vermenin ve vermemenin ne demek olduğunu da çok iyi biliyorum. Benim soyadım hala Çerkesçe mesela.. bunun sebebini ve sonucunu da biliyorum. Ancak merak ediyorum: içinde benim de, Kadir Canbek'inde, Oktay Yalçın'ında olduğu fotoğraflara gelip; Tsey Mahmut'un, Yusuf Arslan'ın, Nazım'ın, en başta kimliği için savaşan 1864te kimliği için ölenlerin, sürülenlerin kavgasını veren, kimliği için mücadele verenlerin, diğer halklarla dayanışmayı tarihinden aldığı dersle icra edenlerin fotoğraflarına gelip; kasıla kasıla diyorsunuz ya "bunların neresi çerkes" diye.. Bizim tarihimiz, aldığımız nefes, verdiğimiz nefes, kavgamız, insanlığımız.. inancımız Çerkestir efendi.. biz kimliği için düşenlerin yolunda, düşmeye hazırız. Ancak siz, nimet olan iletişim kanallarına illet gibi gelip; kasıntı bir şekilde, tarihinden kopmuş, kimliğinden kopmuş, geçmişinden zerre barındırmayan bir üslupla soruyorsunuz.. Zaten ancak onu yapabilirsiniz, ondan başkasını hayal bile edemezsiniz. Evet; size bir omurilik yetebileceği halde, o koca beyini kafanızda boş yere taşıyorsunuz.. Duvarınıza iyice tututun, kökünüzü duvarınıza iyice salın.. çünkü o duvarın güneş değmeyen yerlerinden başka vatanınız kalmamış sizin.. Çünkü sizin tarihiniz, o duvarınız yıkılana kadar ve biz bugün o duvarı yıkmaya her zamankinden daha yakınız.
Halklar, Grizekalılarından kurtulacak ve Gökkuşaklarına kavuşacaktır elbet.
Share:

Örgütlülük, Eylemlilik ve İçimizdeki İktidara karşı Savaşım!





Yaklaşık 1 ya da 1,5 yıl önce, değerli bir arkadaşımın da destekleriyle ve çabalarıyla başlayan İnteraktif imza kampanyasının metni şöyle idi;

"150 YILDIR ÜZERİN DE VATAN BİLİP YAŞADIĞIMIZ BU TOPRAKLAR DA HER VATANDAŞ GİBİ BİZ ÇERKESLER DE VATANDAŞLIK GÖREVLERİNİ HARFİYEN YERİNE GETİRMİŞ BİR TOPLUMUZ..
BİZ ÇERKESLERİN OSMANLI TOPRAKLARINA GELİŞ SÜRECİ ÇARLIK RUSYASI İLE TAM 101 YIL SÜREN ACIMASIZ BİR SAVAŞIN ve BU SAVAŞIN NİHAYETİN DE İSE ÇERKES HALKININ ÇARLIK RUSYASI TARAFIN DAN SİSTEMATİK BİR ŞEKİL DE SOYKIRIMA MARUZ KALMASI vede DÜNYANIN BİR ÇOK YERİNE SÜRGÜN EDİLEREK DAĞITILMASI İLE SONUÇLANMIŞTIR.
VE ŞİMDİ NEREDEYSE 150. YILINA GELDİĞİMİZ BU SOYKIRIM ve SÜRGÜNÜN Ve SOYKIRIMIN ŞUAN VATANDAŞI OLDUĞUMUZ TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİN DEN TANINMASINI vede BU SOYKIRIMIN TÜM DÜNYA KAMUOYUNA DUYRULMASIN DA BİZE KATKI SAĞLAMASINI BEKLİYORUZ...

GEREĞİNİN YAPILMASINI ARZ EDERİZ

BİRLEŞİK ÇERKES PLATFORMU.."

İşte internette başlayan bu imza sürecine; 2080 imza toplanabilmişti..  Kamuoyu oluşturabilmek içinse Facebook üzerinde "Çerkes Soykırımı Tanınsın" grubu açılmıştı. İnternet üzerinden kamuoyu yoklayan bu kampanya ile birlikte; bir çok grupta olduğu gibi istiflenen şahıs, şahıslar; bazı mücadeleler içinde bulunmuş ve bu grupları o mücadelelere araç etmişti.
13 Mayıs süreci, kuşkusuz Çerkesler içindeki sol camianın içinde bir dönüm noktası olarak durmaktadır. Çünkü kültürel derneklerimizin izbeleşmesi ve bu köşelerde konuşmaktan öteye gidemeyenlerin artık değer kaybettiği bir dönemde, eylemlilik sürecine devrimci kendinden bir şeyler feda edebilen gençlerin dinamizminin de yansıması olarak düşmüştür.  Bu sadece bizim düşüncemizi paylaşanların değil; Ulusal mücadelemizin siyasileşme sinyalleriyle birlikte önceden de sıragelen bazı hareketleri doğurmuştu. Bunun en belirgin özellikleri olarak elbette Kafkasya Forumu, Çerkesya Yurtseverleri, Çerkes Hakları İnisiyatifi ve bu hareketin doğasıyla gelişen ve büyümeye başlayan bağlantılı hareketler de. Kendi aralarında birden gelişen bu süreçte nasıl hareket edeceğini tam olarak kestiremeyen bu hareketler, kısa süre içerisinde bir raya girerek birbirleriyle didişmek yerine; somut projeler üreterek halkına kendini yansıtma eğiliminde oldular. Bugün de, aynı durum yine bu örgütlerin kendilerini oturttukları rayda çeşitli fraksiyonlar olarak devam etmektedir. Bizim bu hareketlerin içindeki bazı siyasi manevralara karşı şerhlerimiz bulunmakla birlikte, kazanımı halkımızın yararına olacak herşey de bir ambargo kültürünün devamı olan yok sayma politikasına girmediğimiz görülmüş, girmeyeceğimiz anlaşılmış; yolumuz netleşmiş ve kendi rayımıza oturmuş vaziyette ilerlemekteydik.

Şimdi diğer hareketlerin politik kritiğini çıkaracak kadar onların hareketlerini tahlil etmediğimizi söyleyelim. Ortalıkta uçuşan; birilerinin hain, birilerinin işbirlikçi, birilerinin o ya da bu gibi soyut ithamlarına takılmayalım. Kendi özümüzü tahlil edecek tecrübeyi yaşayarak öğrendiğimiz için; ilerlememizdeki aksaklıkların sebeplerini ve kendi içimizde başlayan küçük çatlakların ileriki dönemlerde büyümemesi ve sağlıklı evrilim ile politik devrinim hareketimizi güçlendirmeye çabalayalım. Muhakkak ki; son günlerde ortaya dökülmüş eylemlilik ve duyarlılıklarımızın geçtiğimiz senelerden daha yoğun olduğunu inkar da etmeyelim. Bu yoğunlaşmanın esas sebebini, kendi içimizdeki mutabakatı, çizdiğimiz haritayı ve varmak istediğimiz sonucu değerlendirelim. Kendimize bir de ad takalım istiyorum; bunu yazının devamında kolayca adlanabilmek; adlanabilişimizin verdiği anlaşılabilme arzusuyla yapalım. Kendimize soralım: " Biz kimiz?"

BİZ KİMİZ?

Biz tarihin yükünü sırtımıza almış birileriyiz. Tarihin yükünü sırtına almışları da bu yüzden çok iyi anlıyoruz; onlarla uzlaşmaya da hep açığız. Ancak bunu kavgamıza çevirdiğimizden bu yana, konuyla ilgili bazı ilkelerimiz bulunmakta. Her birimizin kendini olgunlaştırdığı, bu olgunlaştırmanın temelini oluşturan ilkeler bunlar. İlkemiz; İNSAN mesela. İnsanı seveceksin. İnsanı sevdireceksin. İnsana küfretmeyeceksin.

Gelin örgütlülük sürecimizin halkımıza yansımasındaki manifestomuzdan bazı kesitler alalım?

* Kadın tabanından başlayarak, çocuk haklarına uzanan ve bu bağlamda ana-kültür diyaletiği ile kendi ile başka bir kültür arasında yıkıcı tartışmalara/etkileşimlere meyil vermeyen, bu tartışmalara meyil veren düşüncelere kesinlikle tölerans göstermeyen insanlar tarafından koordine ediliriz.  Genel anlamda yalnızca kendine adını verdiği Çerkes önadı dışında, benzeri veya etkileşik sıkıntıları veya tavsiyeleri bulunan fikirleri de barındırdığı apaçık bir gerçektir.  Hiçbir vatan, hiçbir toprak, hiçbir millet, hiçbir bayrak; bir diğerinden üstün değildir. İnsan fikirler mahlukatıdır ve insan-insan ile olan ilişkisinde yalnızca fikirleriyle değerlendirilir. Bizler, hiç kimseye pozitif ayrımcılık hakkı tanımayız. Biz de, Çerkes olsun ya da olmasın herkes eşittir.

*KADIN
Kadın, insanlığın anasıdır. Halkların kardeşlik mayası da kadınların elindedir. Bu bağlamda yaşadığımız, yaşamakta olduğumuz yerlerde tüm imkanlar dahilinde KADIN mücadelesi için fikren veya fiilen fikir yürütmek Bizim ANA temamız olacaktır. Aynı zamanda yaşamadığımız yerlerden edindiğimiz bilgiler içinde fikir üretmek, insanlık ödevi olarak sayılacaktır. Kadına karşı şiddet, ataerkil zihniyetin yaptırımı tüm davranışlar, kadını aşağılamaya yönelik söz veya küfürlere de asla tahammül edilmez. Hatta Kadına karşı olagelen haksızlıkların karşısında fikir üretemeyenler için bile öfke barındırabilir.
*ÇOCUK
Çocuk hakları ihlalleri, çocukların eşit büyüyememesi, hayallerinin faşistçe ellerinden alınmasına karşı mücadele fikirleri üretmek istiyoruz, bunun için örgütlenen yapılar ile destekli, örgütlenecek yapılar yaratacak fikirler bekliyoruz. Çocukların genç yaşta, öfke mayası ile başka halklara düşman edilmesine karşı tahammülümüz olamaz. Çocuklar, hangi dinden, dilden, renkten veya ırktan olurlarsa olsunlar.. Çocuk haklarının dini, dili, rengi ve ırkı olmayacaktır.
*EMEK, EMEKÇİ, PATRON, DEVLET VE HALK
Bu karmaşık denklemin her şartında emeğiyle kazananın yanındayız, hatta dahiliyiz-de. Biz emeğin kutsallığını tartışma konusu bile yapmaksızın savunmakta ısrarcıyız. Biliyoruz ki emek, emekçinin alın teriyle; hiç kimsenin hakkından çalmayarak kazanılmaktadır.  Emekçililk konusunda patronlara ve patronların garantörleri haline çevrilen devlete karşı mücadelemiz halkın çoğunlukta olan emekçilerinden yana tavrımız kesindir, bu konuda en ufak bir şüphe olmamalıdır. Emekçinin kemik sorunu haline gelen ve ekonomik buhranlarıyla köleleştiği sistemin silahlı-baskısal ve çarpık eğitimiyle bilimsel olmayan ve sermayeye dayanan düzenine karşı taviz vermemiz beklenilemez.
*DEVLET, EMPERYALİZM, BURJUVAZİ VE DÜNYA-
Dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan ödünç aldık-ımıza inanıyoruz ve çocuklarımıza yaşanabilir eşit bir dünya bırakmanın peşindeyiz. Yaşanabilir olarak adlandırdığımız dünya, çocuklarımızın ücretli köleler halinde ekonomik baskılarla yıldırılmış şirket köşelerinde her türlü hakları ihlal edilen bir dünya asla olmadı, olmayacaktırda. Yaşanabilir dünya arzumuz, Emperyalistlerin kâr güdüsüyle her halka reva gördükleri şiddet, baskı ve sefaletin olmadığı, Burjuva sınıfının proleter sınıfı sömürerek sürekli daha yüksek kâr güdüsüyle sömürmediği bir dünyadır. Sınırlara bölünmüş dünyanın devlet aygıtları-da önce kendi halkının sınıflarında burjuvaziye ayrıcalık tanımamalı, sonra kendisinden geride kalmış ülkeleri sömürmek için hiçbir politika izlememelidir..
*BURJUVAZİ, MİLLİYETÇİLİK VE LİBERALİZM
Burjuvazi sınıfı, silahlı komplike kuvvetlerini yaratabilmek için aynı zamanda geri bıraktığı toplumlara entegre ettiği milliyetçilik akımını kullanmaktadır. Ancak yine aynı burjuvazinin paradan başka inancı, mülkiyetten başka arzusu olmadan, kendilerine yarattıkları lüks hayatın küresel çaptaki ortaklarıyla yeni bir düzeni sistematik olarak hayatımıza sokmaktadır. Bu kuşkusuz ki liberalizmdir ve halklar, ayrıcalıkları olduğunu düşünen burjuvazinin egemenliğini ilan etmek istediği son aşama olan liberalizme karşı hep birlikte direnecektir. Ancak tüm bunlar olagelirken, geri kalmış bireylerin köktencilik kavramıyla burjuvazinin silahlı askerleri olmaya devam edecek, kardeşlik mücadelesi verenler, sistemin entegrasyonu olan bu milliyetçilik akımına düşman lanse edilip susturulmaya çalışılacağından, milliyetçiliğe karşı mücadelemiz de liberalizme karşı mücadelemiz kadar diri olacaktır. Biz biliyoruz ki, milliyetçilik cehaletinden kurtuldukça liberalizm kendi enkazları altında daha da ezilecektir.
*LİBERALİZM, ÜRETİM VE TÜKETİM
Üretim, her ne kadar endüstriyel bir hal alsa da kökten bir emekçi çabalamasına muhtaçtır. Tüketim ise kuşkusuz ki emeğin ucuza alınıp, pahalıya satıldığı bir algıyı işaret etmektedir. Yani Burjuvazi, emekçi üzerinden, emekçi alınteriyle yarattığı üretim kapasitesini yine küresel tüketim ağının en büyük kitlesi olan emekçilere, elde ettiği maliyetten daha yüksek bir maliyete satmaktadır. Buradaki paradoks ise, üretim araçlarıyla alakalı bir sorunun karmaşıklaştırılmış yapısıyla gizlenir, oysa bugün üretim araçlarını da üretenler emekçilerdir, herşey bir noktada emeğe dayanır, ancak herşey bir noktada emeğin emekçisine daha pahalıya verilir. Aynı zamanda üretimden başlayan kâr güdüsüyle burjuvazi, her türlü hile ile sağlıksızlaştırdığı ürününü, insan sağlığını hiçe sayarak tüketime sunar. Bizim buradaki bakış açımız, üretim araçlarının üretilmesinden, kullanılmasına kadar olan süreçte emekçinin hak etmediği pozisyondan kurtulup, hak ettiği yaşamsal standartları kazanmasına değin ulaşır.
*TÜKETİM VE İNSAN
Üst maddedeki yaklaşımımız, burjuvazinin kâr güdüsüyle ürününü sağlıksızlaştırmayı ve bunu insana bu sağlıksızlıkla sunmasına bağdaşıktır. Daha fazla kazanma hırsıyla sağlıksızlaştırılan ürünü insana tükettiren sistem, insanın aynı zamanda sağlığını sömürür ve bunu teşhir etmek, buna karşı mücadele vermek, bunun içinde üretici emek olarak çalışan işçiden başlayarak tüketici olarak bulunan insana kadar bilgi taşımak, kuşkusuz ki insani vazifemizdir.
*İNSAN VE DÜNYA
Şüphesiz ki Dünya sağlığı, insan sağlıdır ve bu konuda insan-dünya ilişkisine yaşama standartlarıyla bakmaktayız. Biz, insanın vatan terimleriyle örülü bir dünya terimine karşıyız. İnsan herşeyden evvel, insandır ve insanoğlunun vatanı dünyadır. Dünyanın bir ucunda, hiç alakamız olmadığı halde yapılan yanlışlar, dünyanın bu ucunda insanlık ve elbette halkımızında sağlığını bozabiliyor. Bu anlamda, insan-dünya ilişkisine bakış açımız, sermayenin kazanma arzusuyla istediği gibi tahrip ettiği dünya sağlığına karşı oluyoruz. Bunu tartışma meselesi olarak bile görmüyoruz.
*İNSAN VE KADIN
İnsan arası meseleler içinde kadın konusu bizim için(de) herşeyin önündedir. Biz kadını; erkeğin yanına koyup eşit haklar ve hürriyetler ile biçimleyerek, sadece bu maddeyi eklemekle öyle olduğunu düşümlüyerek değil, bizzat kadın sorununu ana temamız halinde sürekli dir tutarak ve kadının aile içi öneminden, toplumsal anlamdaki yerine ve ta-ki insanlık öğretmenliğine kadar değerlendirmekte ısrarcıyız. İnsanlık betimlemeli kadın mücadelesinde kadınlarımızın aktif biçimde rol almasını arzuluyoruz, bunun için kadına, belirtmeli bir övgü, bir teşvik, bir cesaret peşindeyiz. Platformumuz, ataerkil düzeysizliğin kadına reva gördüğü konumu kesinlikle kabul etmez, konusu kadın olsun ya da olmasın; erkek egemen ağzıyla kadını aşağılayan ve zamanla saltımıza yerleştirilen jargona tahammül göstermez. Her düşünür, platformda yazıya gelen fikirlerinde bu jargona dikkat etmek zorundadır.
*KADIN VE ÇOCUK
Çocuklar, insanlık umududur ve en kötü şartlarda dahi çocukların varlığından gelen umut ile şartları kontrol edebilme ve emekçi lehine çevirebilme şansı ilelebet yaşayacaktır. Bu umudun hızı kadının çocuğa verdiği insanlık  dersinin seviyesine bağlı olarak değişecektir. Biz çocukları çok önemsiyoruz ve aslında herkes biliyor ki; kültürün umudu, kültürünü yaşatan çocukları yetiştirmekten, insanlığın umududa insanlık ile yetiştirilmiş çocuklardan kaynak bulur.
Bunlar gibi ön taslaklar ile örgütlü inisiyatiflerimizin kendini geliştirdiğine her geçen gün şahit oluyoruz. Buna bir bağlılık şartı olmamakla birlikte, ilkeleri içinde bunun benzeri düşünceleri paylaştığımız yoldaşlarımızın olduğunu herkesin bilmesi gerekiyor. Bu yoldaşlarımızın kendilerine oluşturdukları örgütlenme manifestolarıda ise, tüm bunların da daha ötesinde ilkeler edindiklerini görmek; özeleştiri kültürünün örgütlülük sürecine entegrasyonuna şahit olmak şahsen bana, her zamankinden daha fazla umut vermektedir.

Örnek vermek gerekirse; Antep İlindeki bir gençlik inisiyatifimizin;

* Nefret söylemi [Genişletilmiş]

Nefret söylemlerine karşı savaştayız. Biz insanın, başka bir insanı hiçbir fiziksel veya zihinsel durumundan ötürü, düşüncesinden ve davranışından ötürü aşağılama, küçük düşürme hakkını tanımıyoruz. Kişilerin bu tutumlarına karşı tavrımız kesindir.

İlkesini sizlerle paylaşmak isterim.

2012'nin ortalarında Antalya'da yapılan bir toplantıda ise; örgütlülük sürecinde örgütlülük biçimleri üzerine çok yoğun bir şekilde konuştuğumuzu daha dün gibi hatırlarım. Bu tartışma sonucu elde ettiğimiz düşünce; kimi inisiyatiflerin rizomlaşmasını ve hiyerarşiyi tamamen kendi süreçlerinden yok etmesini sağlamıştı. Bu inisiyatifleşmelerin bugün vardıkları mevki ve yaptıkları icraatlerin, rizomlaşamayan örgütleşmelerin yaptıklarıyla kıyaslandığında bize bir umut bağlamaktadır.

MÜCADELEMİZDEKİ İKTİDAR HIRSI, HEPİMİZİN YÜREĞİNDEN VE KALBİNDEN SÖKÜLÜP ATILINCAYA DEK!

Kavgası insanlık olanın, kavgasına gönül vermemek ayıp değil mi? Ayıp. Bende kavgası olanın kavgasına gönül verip yola düşebilirim. Düştüm-de. Dün düştüm, bugün düştüm ve yarın da düşeceğim. Kendimi olgunlaştırdığım insanlık düşüncesi; hayatımda haklının kavgasında nefer, haksızın karşısında yumruk olmamın temelini oluşturdu. Bir çok mücadele de, bir çok pozisyonda, aktif şekilde mücadele verdim; bunlar kendimi övgüleme değil; bunlar örnek teşkil etsin diye söylediğim şeyler. Bir çok arkadaşım için önemli biri oldum, kimi zaman basit gibi görünen aktivitelere gittiğim için onlardan eleştiri aldım, eleştirilere verecek cevap varsa cevap, verecek cevap yoksa özür verdim. Örgütlülük halindeyken eleştiriden çok özeleştiri vermeyi severim, çünkü bana sürekli yenilik katan, sürekli gelişmemi, ufkumu açmamı bahş eden şey özeleştiridir. Yaptıklarımdan ve yapmadıklarımdan ders almaktayım. Bu da benim hayatım da; beni eğiten en güzel okuldur. Açıkça söylüyorum: İnsan sürü halinde yaşar. Sürü halinin en temel iki problemi; takip etmek ve yön vermektir. Çoban-Sürü kavramıdır. Kimileri bu hastalıkla sürünün gittiği yeri kesintisiz, sorgusuz, sualsiz takip ederken; kimileri kendi sürülerini yaratmak için inanılmaz şeyler yapar hale gelirler. Kendi düşünceleri etrafında şekillenen hayalleri için yanlarında yürüyenlerden itaat, sadakat beklerler. Bunu sorgulayandan nefret ederler. O'nu sürülerinden uzaklaştırmak için tahakküm aygıtlarını kullanırlar. Bu bizim içimizde de vuku bulmaktadır. Birileri; istediklerini ve düşündüklerini bize empoze etmekte, sorgulayandan soğumakta ve onları sürü sandıkları yoldaşlarından ayırmaktadır. Tahakküm araçlarını kullanmaktadır. Bunu yok etmezsek; kişilerin bireysel güdüleri yüzünden, toplumsal amaçlar edinmiş hareketlerimiz bireysel hatalara kurban gidebilir. Bunun izahatini ileride kimseye veremeyiz. Bunun bedeli; sadece iktidar hırsına kapılmış zavallıların üstüne değil, buna boyun eğen ve susanlarında üzerine kalır. Bunun acısını, yanlışlardan geriye sarmaktan ileriye gidemeyen halk mücadelesi yaşar. Şimdi hepimiz bir özeleştiri vermek durumundayız. İçimizde bir iktidar oluşuyor; birileri kendini karar verme erki olarak görüyor ve bunu çeşitli bahanelere sığdırıyorlar. Hepimiz görüyoruz; hepimiz duyuyoruz; şimdi susarsak hiçbir zaman konuşamayacağız. İktidar hastalığını kavgamızdan silene dek! Buna kapılmış ve bununla kuduranları ehlileştirene kadar mücadele vermemiz gerekiyor. İktidar hırsını dingilleyemeyenleri de maalesef içimizden koparıp atmamız gerekiyor.

Bunu yapacak gücümüz de var. Onların iktidar hastalığı, bizim sürüleşme hastalığımıza dönüşmeden bunu yapmak zorundayız. Kavgamız ve kavgamızın selameti için; bunu yapmakla yükümlüyüz.

Dostlara ve Yoldaşlara
Devrimci Selamlar ve Dayanışma arzusuyla!
Share:

İhanetçiler için hatırlatma; 1866!





Rahat yaşamlarını tehlikeye atmamak için kukla olmuş ve yaşamın devrimci serüvenlerinde kısmen bulunup hayatı boyunca bedel ödemeyi göze almamış, koltuklarına yapışıp emeğini satarak  kendini rahat zanneden ve ellerinin değebildiğince bu yaşam biçimlerini bir yaşam dersiymiş gibi anlatan zavallılar!

Devrimci ilerlemeyi sözde dozlayarak yaşanılması gereken bir çocuk oyuncağıymış gibi anlatıp durduğunuz için; o narin poponuzu koyduğunuz sıcak koltukların, günde 16 saat çalışmadığınız zamanların, aldığınız tazminatın hikayesini anlatayım size. Böylelikle; yüreğimizde kurduğumuz ve şuanda dünyaya ördüğümüz dünyanın ne kadar gerçekçi olduğunu anlarsınız belki. Belki karşınız da sizden daha aşağılık şartlar da çalışan işçilere efelenmekten utanır, belki devrimci hareketin içinde can veren, kol veren, göz veren gençlerin çocuklarınıza ne kazandırdığını anlarsınız!

1886 da, 1 mayısta, ABD'de, Luizvil'de.. bugün sizin o narin kıçlarınızı dayadığınız haklarınızı almak için grevler başlamıştı. Olaylar 3 mayısta da sürüyordu. İşten atılan grevciler, greve yeni katılanlar ve halen grevde olan işçiler yürüyüş yapıyordu. Grev kırıcı yalakalar; (diğer işçilere hayatın gerçekliğinden bahseden, kendi haklarını peşkeş çeken onursuzlar) bir fabrika düdüğü ile fabrikadan çıktı. Grevdeki işçiler de onları protesto etmeye başladı ve bu sırada; bugün yoldaşlarımızı öldüren polislerin, Amerikalı meslektaşları yürüyen gruba doğru ateş etti ve 4 grevci öldü.

Ertesi gün, öldürülen 4 kardeşini protesto etmek isteyen işçiler yine HAYMARKET'te toplandılar. Tam göstericilerin dağılacağı sıra, bir bomba patladı ve 7 polis öldü.  Böylelikle yüzlerce işçi asılsız ithamlarla tutuklanırken, Tutuklanan işçilerden sekizi yargılanmak üzere seçildi: Albert R. Parsons, August Spies, Samuel J. Fielden, Michael Schwab, Adolph Fischer, George Engel, Louis Lingg ve Oscar Neebe.

Bakın ne dedi onlar?

http://anarsi.org/foto/haymarket2.swf utanmayın, izleyin.. zaten utanmasızsınız.
Aralarından en gençleri olan Louis Lingg idamından bir gün önce intihar etti.
işte bugün, onların mücadelesiyle kazandığınız hakları, onların yoldaşlarına karşı bir farkmış gibi gösterip; onlara kendi yaşamınızdan örnekler vererek yol göstermeye kalkıyorsunuz. Asalak mı arıyorsunuz, kıçınızın yapıştığı koltuğu kimin kavgası sağladı iyice araştırın. Asalağı çok uzakta bulmayacaksınız.
1889`da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada Birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanmasına karar verildi.
Share:

Barış kimin işine yaramaz?


 
Gezi Ayaklanmasında Polis, tüm mühimmatını sivil halka karşı kullanmıştı. Onlardan bir görüntü.

Yüksekova'da 2 kişinin POLİS tarafından katledilmesinden sonra gerginlik sürüyor. 



Biliyorsunuz ki epey süredir barış nakaratları atılıp tutulmakta ortalıkta. Devlet bir takım paketler içine sığdırabileceğini sandığı barışı tesis etmek için çalışmalar yaparken; Ülkedeki en ufak protestolara dahi çok sert karşılıklar veriyor. Bu protestolara karşı adeta bir savaş taktiği izleyen devletin katlettiği canlar ise en insafsız, yüreksiz, duyarsız, vicdansız insanların bile unutamadığı kadar yakın. Üstelik katillerini koruyor, katilleri teşvik ediyor, hatta ödüllendiriyor ve yeni katiller yaratmaya başlıyor. Devletin en üst mekanizmaları politik olarak ağızlarından Barış kelimesini hiç düşürmezken, her çapta gösteriye ilişkin olarak ise birilerine “Barışı bozdurmayın” mesajı veriyor. Sempatik devlet; “biz bu oyunlara gelmeyeceğiz, barış için durduğumuz çizgiyi koruyacak ve yönlendiğimiz yolda yürüyeceğiz” diyor. Tüm bunlar olurken ne yazık ki; birileri daha katlediliyor.

Bizi aptal yerine koyuyor, ama belki de ilk defa onların sıkça kullandığı bir dille cevap vermemiz gerekiyor. “Biz bu oyuna gelmiyoruz”!

Sizin örgütle çatışmasızlığınız; örgütün insan kaynakları ile devletin insan kaynakları arasındaki dengeden ibaret. Oysa; daha geçen gün katlettiğiniz iki insan vardı ya; işte onlar Kürt’tü. Hani gösteriler sırasında öldürülen yoldaşlarımız, akranlarımız, kardeşlerimiz yok muydu? Onlar Aleviydi.. Onlar Türktü, Kürttü.. Bizdik! İnanır mısınız, bizim istediğimiz barış; sadece sizin kirli militanlarınız arasındaki çatışmasızlıktan çok uzakta, belki kapasitenizi zorlayacak kadar da derin: Biz, kendimizle barışmak istiyoruz. Özgürlüğümüzle barışmak istiyoruz! Biz Çerkesiz, Kürdüz, Arabız, Türküz.. İnsanız biz. Şimdi siz; elinizdeki katil aparatlarını üstümüze doğrultmuşsunuz ve diyorsunuz ki “Barışa zarar veren provakatörlerin oyununa gelmeyeceğiz” öyle mi? Kusura bakmayın, insanlar yıllardır sizin gibi provakatörlerin oyunlarına gele gele birbirine düştü, kırıldı, küstü, saldırdı. İnsanlar sizin iki dudağınızın arasından çıkan talimatlar doğrultusunda öldü, öldürdü. Oldu bunlar bir kere, bir vatan dediniz tutturdunuz, benim vatan kavramım yok, vatanım dünya ama; sizin kendi şablonunuzda söylediğiniz vatan kavramına göre bile hainsiniz, yalancısınız. Sizin kelime anlamınıza göre bile siz teröristsiniz. Bizim barış için tek bir yolumuz kaldı; size inanmamak ve barışı kendimiz tesis etmek. Sizin o kirli oyunlarınıza gelmezsek eğer; yıllardır kullandığınız sistemin yedeği olan düşman araçlarından sıyrılabilirsek; barış bizim için sizin söylediğinizden daha da yakındır. Neden biliyor musunuz? Çünkü bizim savaşmak için bir nedenimiz yok.. ancak sizin saltanatınız yarattığınız savaşlarınız kadar uzun sürecek biliyorsunuz bunu. Bunu bizde biliyoruz; çünkü siz olmazsanız bizim paylaşamayacak hiçbir şeyimiz olmayacak. Devlet çıkarları diye kabaca tarif edilen ve bizimle uzaktan yakından alakası bulunmayan bir şey için, verdiğimiz can, ağlattığımız ana… yetti artık, yetti!

Kiminle nasıl barıştığınızı bilmiyoruz ama bizimle hala savaşıyorsunuz!

Hala bize silah doğrultmuşsunuz, hala kurşun sıkıyorsunuz. Hala annelerimiz ağlıyor, ölülerimizin katilleri hala dışarıda, hala saldırmaktasınız. Saldırılarınızı meşrulaştırmak için insanların gözünün içine baka baka yalan atıyorsunuz hala. Hala kutuplaştırıcı ağzınızla; yedeklediğiniz faşistleri kışkırtıp; savaşınıza piyonlarınızı sokma derdindesiniz. Biz ise hala insanız; yüreğimizle geliyoruz meydana, elimizde silah yok, elimizde hiçbir şey yok. Yumruğumuzu sıkmış, haklarımızı istiyoruz hala. Saldırıyorsunuz. Arkadaşlarımızı katlettiniz, hala katlediyorsunuz. Katillerini övdünüz, hala övüyorsunuz. Tüm bunlar olurken, “barış” diyorsunuz. Pardon ama, kiminle barış? Bizimle değilse, kiminle, açık olun ve söyleyin.. eğer bu barışı biz görmüyorsak, kim görüyor? Kime ne söylemek istiyorsunuz? Daha iki gün önce diyarbakır da öldürülen arkadaşlarımızla savaşırken, daha gezi ayaklanmasında katlettiğiniz arkadaşlarımızın kanı sıcak, katilleri dışarıdayken, henüz akrepleriniz zehirlerini sokaklara saçarken, polisiniz insanları av gibi avlarken kiminle barışıyorsunuz siz?

Sizin tek istemeyeceğiniz şey barıştır. Çünkü savaşlar; tüm haksızlıklarınızın üstünü kapattığınız bir örtü. Çünkü kan; sizin kirli oyunlarınıza rağmen insanları başka yöne sevk ediyor. Herşey olup biterken; çocuklarınız zenginleşmekte, siz de evinizde sıcak kahvenizi yudumlamaktasınız. Korkmuyorsunuz ki; herşey ortaya çıksın da yalanınız, sömürünüz anlaşılsın. Çünkü elinizde bir savaş var; herşey olup biterken iki askeri şehit eder, 3 gerilla öldürür ve öldürülen gerillalar üzerinden şövenlik taslarken, askerler üzerinden de edebiyat yaparsınız. Ölmüş 5 gencin kanı; kirli bir oyunlarınızın üstüne örttüğünüz örtüye dönüşür değil mi?

Adalet için yürüdüğümüzde, adalet için yürüyüşümüzü bile sizin sözde devletinizin temeli olan anayasanızdan aldığımız bir hak olduğunu idrak edemeyip; üstümüze onlarca katilinizi yollamıştınız. Tüm bunları biz yaşarken siz; televizyon karşısında cunta anayasası demokratik değil diye anayasayı değiştirmekten bahsetmekteydiniz. Cuntacıların bile anayasa da hak olarak bize verdiği bir şeyi, sizler şiddetle bastırmıştınız. Gerçi biz orada anlamamıştık sizin yalancılığınızı; ifşa etmiştik.

Herkes izlemişti.

Şimdi de barışınızı hepimiz izliyoruz. Bize düşman gibi saldıran; ama sözde barışan bir devlet.

Barış en çok size yaramaz, bu yüzden en çok siz savaş istiyorsunuz… 
Share:

Çerkesçe

Translate

Çerkesler

Çerkesya

Çerkesya ya da Çerkezistan (Çerkesçe: Адыгэ Хэку,[1] Rusça: Черке́сия, Gürcüce: ჩერქეზეთი, Arapça: شيركاسيا[2]), Kuzey Kafkasya ve Karadenizin kuzeydoğu kıyısında yer alan bir bölge ve tarihsel bir ülkedir. Bu Çerkes halkının vatanıdır.

Etiketler