Çerkesya'daki gençliğe "açık mektup"


Halkımızın varlığını geleceğe güçlü, adil ve onurlu taşımak üzere birlikte olma sorumluluğumuzu ilan etmenin ve halkımızı etrafımızı çevirmiş bazı vebalara hep birlikte mücadele vermenin vakti gelmiştir. Biz, gününü yaşama veya ömrünü ekonomik olarak donatmaktan öte, halkını her alanda onurlu bir tarihe sürmenin derdinde olan, birbirini duyan, birbirini gören ve sahiplenen, yalnızlık hissini birbirini selamlayarak üzerinden atan, dünyanın dört bir yanına, faşizmin en yoğun haliyle "soykırım" uygulayarak dağıttığı Çerkeslerin, bugün ki devamcıları olarak, birbirimizden ayrı olmadığımızı haykırma sorumluluğundayız. Bu sorumluluğumuzun elbette bir çoğumuz farkındayız. Bu sorumluluğun gereklerini elbette hem yurtta hem diaspora da bir çoğumuz yerine getiriyoruz. Ancak artık, birbirimize dokunmanın, birbirimize omuz vermenin ve diasporadan yurda uzanan ve yurttan diasporaya uzanan bir "yalnız değilsiniz" mesajını daha somut kılmanın vakti geldi. Bu kritik günlerde, en gerek duyduğumuz şey "yalnız olmadığımız" hissidir. Aramızda uçurum açmasını istedikleri 151 yılı, bizi asla ayıramayacaklarını haykıracağımız bir noktaya taşırmak bizlerin, Çerkes halkının sorumluluk alan gençlerinin görevidir.

Yurdumuzun çok uzağı olmayan ve buradan edindiğimiz haberlere göre, diasporanın yoğun olarak yaşadığı bölgelerde gelişen terör olaylarının oradaki karşılıkları; halkımızın konuşan gençliğini sindirmek üzere bir katliama çevrilmeye bahane edilmektedir. Biz bunun takipçisiyiz ve üzerimize düşen neyse, bunu yapmak zorundayız. Aynı zamanda, bölgemizde gelişen bu terör olaylarının yurda yansıyan bir diğer karşılığı olarak, yakın zamanda yurdumuza yerleşmiş Suriyeli Çerkeslerin varlığından anlaşılacağı üzere, diaspora olarak bölgede gerçekleşen şiddet olaylarının tümünden etkilenmekte ve bu savaşı yaşamaktayız. Üstüne yetmez gibi, 1864ten sonra buraya sürülen Çerkesleri, Osmanlı Hanedanlığının politikalarına uygun olarak yönlendiren ve ne yazık ki aynı kanı taşıdığımız bazı işbirlikçilerin, sürgünden sonra ateşin ortasında tekrar tekrar acı çekmemizi sağladıkları politikaların şimdiki zaman karşılıkları da oluşuyor. Bu durum bizi, sosyo-kültürel bir alanda folklorik olarak sağladığımız ve bahsini ettiğim işbirlikçi zümrelerin etkilediği çeperleri tarafından sürekli inkar edilen asimile olan ve olmakta olan birlikteliğimizi de eritmekte 'Çerkesya' neresidir bilmeyen, 'Çerkesce' nedir bilmeyen, tarihimizde yaşadığımız bölgelerin egemenlerinin söylediği dışında hiçbir bilgi sahibi olmayan bir nesile sürüklemektedir. Fakat, "var kalma" süreci olarak adlandırılan bir siyasi hareket, düşmanlıktan ziyade kardeşlikten söz ederek (-ki her ne kadar çarpıtılmaya çalışılsa dahi, gözle görülür vaziyette) adalet, eşitlik ve özgürlük ilkelerini benimsemiş vaziyette siyasileşmektedir. Buna karşılık; bölge egemenleri tarafından desteklenen (-ki çok açık kanıtları var) ve 'var kalma' mücadelesini ilke edinenlere karşılık "yediği kaba pislememekle övünen" başka bazı organizasyonlar da gelişmektedir.

Bu durumda, Diaspora daki gençliğin en ihtiyaç duyduğu şey yurdundaki gençlikle diyalog kurmak üzere bir akıl üretmek ve gelecekte birlikte olabilmemiz için köprü ler kurabilmektir.

Birbirimizle çok açık bir dayanışma ihtiyacı çekiyoruz.
Bu anlamda ilk başta ortak iletişim ağlarında buluşmaya, konuşmaya, anlaşmaya, sarılmaya ve bir olmaya hep birlikte gayret etmeliyiz.


Share:

İddialı olmak ya da olmamak; işte bütün mesele bu.


Kazanamayacağı açık olan bir savaşı niye sürdürmüştü dağlılar, çok mu iddialıydılar. Tam 101 yıl, bi fiil, bazen göğüs göğüse, bazen değil. Tam anlamıyla savaşmışlardı. Neden? Çünkü haklı olduklarına inanıyorlardı, çünkü düşmanın devasal orduları karşısında ne kadar güçsüz kalmış olsalarda, haklı olmanın bir gururu vardı. Gözleri seğirmedi, elleri titremedi. Öleceklerini biliyorlardı, öleceklerini bile bile, biz haklıyız diye sürdüler atlarını, düşmanın üzerine. Öleceklerini biliyorlardı, ancak başka bir şeyi  daha iyi biliyorlardı; o da bir gün kazanacaklarıydı. Tarih bize, onların bu savaşıyla aktı geldi. Bugün haklı olduğumuzu nereden biliyoruz diye düşünüyor muyuz? Kendilerini ölebilir, esir düşebilir, sürgün olabilirlerdi ama haklı oldukları bir şeyin ciddiyetini göstermeleri gerekiyordu. Gösterdiler de. Gördük de.

Şimdi içimizde bizi kemiren bir soruya cevap bulalım. “Biz haklı mıyız?” Kime neyin mücadelesini veriyoruz, kimin dilinden, kime yarayacak bir geleceği bulmak üzere eşiniyoruz diye. İçinizdeki “iddalılık” korkusunu atın. Bugün ki tarihin, dört bir yanımız da yangınlar yükselirken ve bu yangınlar daha dün içimize köz düşürmüşken, geleceğe en çok umut vaadeden, gelecekte en olması gereken, kendini kendiyle üreten, kendini insanlıkla; insanlığın ortasına bıçak vurup, dostlar/düşmanlar diye amansız ve amaçsız, bizi ve bizlerle birlikte halkımızı gelecekten çürütenlere karşı beyanımız, iddiamız değil mi? Her birimiz büyük iddalarız. Varlığımız, bu halkın gelecek iddialarından; en barışçısı, en kardeşçisi, en eşitçisidir. Varlığımız, halkımızın üzerine çöken bu karanlığın ortasında aydınlık olma iddiasıdır. İddialıyız. Bizi, saray delhizlerinden aldıkları güçle geleceğin küfüne taşıyanlara geçit vermemek konusunda, barışın bu ülkede Çerkesçe bir karşılık bulması konusunda, hak ve adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarının yanında “Çerkesleri” oluşturma iddiasındayız.

Artık bir karar verelim. İddialı mıyız, değil miyiz.
Share:

Sorumlu olmak zorundayız!


Ben sorumlu olmak zorundayım, neden mi? Çünkü, sorumsuzluğumun bedelinin ağır olduğu, insanın insanı kestiği, insanın kadını pazar da köle olarak sattığı, milyonlarcasının ailesini dağıttığı, milyonlarcasının yurdunu ettiği bir çağdayım. Herşey bu kadar kötüyken, gözümün önündeyken, acının çığlığı bu kadar kulağıma gelirken, nasıl görmezden gelebilirim, nasıl duymamış gibi yaparım? Böyle bir yüreği, hangi çamurla sıvarım ben? Çocuklarıma "duymadım, görmedim" diye nasıl söyleyebilirim? İnsan içine nasıl çıkarım? Ben sorumlu olmak zorundayım. Çünkü herşeyi görüyorum, herşeyi duyuyorum. Halkların geleceği üzerine yakılan ateşin ısısı, bugün benim de halkıma vuruyor. Ben sorumlu olmak zorundayım; önceliğimi belirlemek zorundayım. Hakikaten, önceliğim ne? Ben insan olmazsam nasıl Çerkes olacağım mesela? İnsan olma önceliği, Çerkes olma önceliğinden önce değil mi? Sonra Barış önceliğim mesela, ortada halkların evlatlarının katledildiği nice savaş sürerken, bu savaşlar yürek dağlarken, insanlığım ağlarken, İnsanlığımın, Barış önceliğinden önce ne gelmeli? Eşitlik önceliğim mesela, sen bana tepeden bakarken, dilimi susturup, kalemimi kelepçelerken ben seninle neyi tartışabilirim? Özgürlük önceliğim mesela, ben özgür değilken, sana kimin derdini anlatabilirim? Kendimin mi, efendimin mi? Ben sorumlu olmak zorundayım, ancak siz de en az benim kadar sorumlu olmak zorundasınız. Zorundayız. Neden mi? Benim sorumsuzluğum halkım için deve de kulak. Senin ki de öyle. Düşünsene, binlerce yıllık tarihinde, adalet, özgürlük, eşitlik, bağımsızlık değerleri yaratmış bir halkın, ikimizin sorumluluğuna ne ihtiyacı olabilir? Ancak, ben sorumlu olmazsam, sen sorumlu olmazsan, biz sorumlu olmazsak; yüreğini balçıkla sıvayan, arsız, utanmaz, karaktersiz birileri; ki her halkın içinde böyle hain zümreler olur ve onlar bizim sorumsuzluğumuzun yarattığı boşluklardan bu halkı zehirlerse, deve, kulağından başlar ölmeye. Ben sorumlu olmak zorundayım ama, sende.
Share:

Sıçtınız olmadı sıvıyorsunuz, o da olmayacak bilmiyorsunuz.


Malum geçtiğimiz haftalarda içindeki irinleri bir bir akıtan biyolojik Çerkes bir dernek yöneticisi, Çerkeslik değerlerini bırakın, insanlık değerlerini ayaklar altına alarak, bütün seviyesizliğiyle; "acaba ne kadar kötü, ahlaksız olabilirim" diye test edercesine eşref-i mahlukatı bırakın, eşrefsiz mahlukların bile olamayacağı kadar alçaklaşmıştı. Derler ya, Allah düşmanımızın da şereflisini göstersin diye. Aynen böyleydi. Apar topar, yazdığını silerek yok edeceğini sanacak kadar zavallı bir hale düşüp, kendi aynı küften beslendiği ast trollerini meydana salarak sözde kendini unutturmak istemişti. Dengesiz herif, yetmiyor gibi; yorumlar yoluyla, mesajlar yoluyla ahlaksızlığını taçlandırmaya devam etmişti. Kendi hafızasızlığından olsa gerek ki, bu toplumun tümünü hafızasız zannetti heralde. Ama biliyorum; buraları, her yeri; it gibi takip ediyorsunuz. Acaba ne söylediler diye yanıp tutuşuyorsunuz. Efendilerinizin hürriyeti, adaleti ve kardeşliği yükselten herşeyi, hırsızdan, yalancıdan, rantçıdan hesap soran her muhalefeti hukukla terbiye edip susturmaya çalışmasını tatlit etmek istiyorsunuz. Hatta söylüyorsunuz. Biz "İTİZ" diye; avazınız çıktığı kadar bağırıyorsunuz. Farkındasınız, tarihinize layık yazılmış halk belleğindeki onursuz konumunuzun. Bütün yaşamınız, bu küçücük ömrünüzde her ne pahasına olursa olsun, size atılmış kemikleri yalamak. Bu sizin yaşam tarzınız. Her halkın içinden iti-köpeği çıkar. Yani ne yazık ki sizde bizim halkımızın içinden çıkan itten-köpekten ötesi değilsiniz. Her neyse!

Birisi, toplumsal değerlerimizin üzerine resmen sıçarken, diğeri de bir öncekinin sıçtığını sıvamakla meşgul. İşte böyle çirkin, böyle organize, böyle ilkesiz, böyle kalleş ve hain bir koordinasyon içindeler. Sıçtınız bari gidin utancınızla çürüyün. Bu gamsızlık, bu zavallılık ne oluyor?

Ben biliyorum ne oluyor.. boka battınız, tarihin logarlarından, hak ettiğiniz yere akıyorsunuz ve tüm endişeniz battığınız boka başkalarını da bulaştırmak.

Size benzeyen kim varsa, tek tek bulaşın. Bu halk sizin kadar onursuzlar sürüsünü görecek kadar tarihsiz bir zaman yaşamış olamaz.

Kabus gibisiniz, defolun gidin.

Share:

Ellerimde filiz veren yaraların hatrına!

varsın elimden kopsun açtığınız yaralar, size minnet edip gül gibi yaşamanın canı cehenneme efendim. Canı cehenneme. Her gün, Allah'ın her günü; gidip emek vereceğim elbet, ne size diz çökeceğim ne de sizin gibi hırsız olacağım. Her gün, Allah'ın her günü; gidip emek vereceğim yiyeceğim bir lokma için. Ama yine, bu rezil geleceğe razı geldiğimi sanmayın. Her gün, Allah'ın her günü, fırsat kollayacağım size bu harlı tekmeyi atmak için. Her gün. Ve ilk fırsatta efendim, ilk fırsatta, ilk yiyeceğiniz tekme olmak için an kolluyorum bilesiniz. Şimdi, elimi kana bulayan bu emeğin bir hakkı varsa, o da başkasının sırtında kene gibi yaşamak istemediğimden, başkasından değil. Beni diz çökmüş, razı gelmiş, alışmış sanmayın buna, tereddütünüz olmasın, ilk tekmeyi benim atacağıma. Tereddütünüz olmasın.

Share:

Hiçbir şey olmuyormuş gibi yapmak mı onurlu?



Farkında değilsiniz, ateş düştüğü yeri yakmıyor; düştüğü yerden yayılıyor. Yavaş yavaş, sinsi sinsi, güçlene güçlene yayılıyor. Ne kadar yok sayarsanız sayın, ne kadar sinerseniz sinin ama; o yok saydığınız ateş, sindiğiniz yerde sizi de yakmak için yaklaşıyor. Hiç değilse, bu yüzden: bugün ateşin varlığını inkar eden zihniyetinizi sorgulayın. Bakın, ateşe su olun demiyorum ama, hiç yoksa onu varsayın. Varsayın ki; doğduğu gün mutluluktan havaya uçtuğunuz yavrunuz, kendisine sorulmadan gönderildiği bir bölükte; kendisini temsil etmeyen bir savaşta ölse? Bu ateş, sizi yakmayacak mı? Hangi şovenist kelime, hangi nutuk, hangi özlü söz bu ateşin yaktığı yeri söndürebillir? Barış diyoruz, barış derken de terörist damgası yiyoruz. Peki biz, sadece tek taraflı bir barışı mı istiyoruz? Barış derken, rızası olmadan alıkonularak askere çevrilen çocuklarınızın da bekasını ilgilendirmiyor mu? Barış diyoruz, terörist ilan ediliyoruz ama; biz hiç kimse ölmesin derken, sizlerin çocuklarını da kapsamıyor muyuz? Size bir bölücülük masalı anlatılmış, inanmışsınız. Sorarım peki; barış neyin bölücülüğü olabilir? Devlet, barışa rızasını göstersin de, o andan itibaren silah atan namerttir. Biz sadece devletin attığı kurşunları değil, tüm tarafların kurşunlarını sayıyoruz. Türk'ten Kürd'e giden kurşunun durmasını istediğimiz kadar da, Kürt'ten Türk'e gelen kurşunun durmasını istiyoruz. Bu bölücülük müdür? 

Asıl bölücülük; savaştır. Savaş edebiyatıdır. Savaş şakşakçılığıdır!

Ne zaman bir silah patlasa, kimin attığının bir önemi yoktur ve her patlayan silah; bir canı hayattan bölmek üzere çalışır. Kimi zaman Asker, Gerilla'nın.. kimi zaman Gerilla, Askerin canını böler yaşamdan. Kurşun kime isabet ederse etsin, yere düşenin ardından bir feryat yükselir. Kimi zaman Türkçe, kimi zaman Kürtçe. Acının milliyeti yoktur. Evladını kaybetmiş bütün  anneler aynı dilde ağlarlar. Biz canı yaşamdan, evladı anadan ayıran bölücülüğe karşı barış istiyoruz. Esas bölücülük, ortada onurlu barış varken, onursuz savaşı devam ettirmektir.

Gel gelelim; bize... 

Çerkesleri, savaşa karşı barışı savunarak töhmet altında bırakan biz'lere.. Çerkeslerin, yaşadığı ülkelerde gelişen olaylar karşısında sessiz kalmamak  gibi duyarlı ve insanlık onuruna yakışanı yapan, kısmen bu halkın vicdanını temsil eden, tarihine çekmiş; şu kötü çocukara.

Ne yapmalıyız istiyorsunuz?

Bu ülkenin dört bir tarafı ateş çemberine dönerken, her bir yandan anaların feryatları yükselirken ve ateş, burnumuzun dibinde, canımızı, soydaşımızı, yoldaşımızı yakarken; hala sessiz mi kalmalıyız? Bu mudur onurlu olmak? Hangi onur, ateşe düşmüş canı yok saymak kadar duyarsız kalmaktır? Hangi onur, bu savaşın ortasında barışı bağırmak kadar kutsaldır? 

Her şey bu kadar kirliyken, bu kir paçalarımızdan boğazımıza doğru var gücüyle tırmanırken, halkımız ve özellikle gençlerimiz geleceksizleştirilirken hiçbir şey olmuyormuş gibi olmak mı onurlu? 

Gidin, bu kelimeyi öğrendiğiniz yerde onurlu adam mı var diye iyice araştırın.

Biz hiçbir şey olmuyormuş gibi yapmayacağız.

Bu savaşı durdurmak için, üstümüze düşen neyse, gücümüz neye yeterse çalışacak ve çabalayacağız.
bu halkın vicdanını temsil etmek için çabalamak zorundayız...
geleceğimizi umutlandırmak için çabalamak zorundayız!
,
Bizim iki güzel söze satılmış bir tarihimiz yok, hiç olmadı ve asla olmayacak.
Share:

Dünya değil, Kadın Cehennemi...



Bazı acılar, artık o kadar normalleşmiş ki; sanki günlük hayatın bir parçası gibi yaşanılıyor. Gözler görünce yadırgamıyor, insan duyunca şaşıramıyor; şiddetin bu denlisi, sanki günlük hayatın bir parçasıymış gibi, bu anormallik çok normalmiş gibi yaşanılıyor. Daha önce de belirttim, şimdi de belirtme gereği duyuyorum, daha sonra da belirtecek gibi hissediyorum ama; içinizdeki erkeği öldürmeye hiç mi niyetiniz yok? Bir anlık acıma, öfkelenme, hüzün falan değil bunun çözümü, bunun çözümü artık içimizde bizi kuşatan bu erkeği öldürmek.

Abarttığımı düşünmeyin, çünkü aslında hep birlikte abartıyoruz bu rahatlığımızla. Arkadaşlar; çepeçevremizde, hergün ve sürekli olarak kadınlara bir işkence söz konusu. Eşine tecavüz eden kocalardan, kızına tecavüz eden babalara, annesine tecavüz eden çocuklara kadar; kadına tecavüz edilen ve bunun normalleştiği çağdayız. Kadına sadece vajinasından, makatından değil; evinden, giyiminden, düşüncesinden, okulundan, yaşamından, özgürlüğünden, eşitliğinden tecavüz ediyoruz. O'nun bütün yaşam alanları, bilinçli ya da bilinçsiz; farkında ya da değil daraltıyoruz. O'na reva görülmüş rezil geleceğin üzerinde yaşıyoruz. Peki o halde soralım kendimize; yaşam alanları kuşatılmış, düşüncesi bastırılmış ve kendisi olmaktan uzak, özgürlüğü olmayan, eşit olmayan bu kadınları görmezden gelerek ve onlarla birlikte ne kadar özgür ve adil bir gelecek inşa edebileceğiz? 
Bugünlerde, 400 küsür askerin sistematik olarak, özgürlüğüne, eşitliğine, bedenine, düşüncesine tecavüz ettiği ve artık buna dayanamayan bir kadının almanya'ya kaçarak kurtulmayı denediği haberleri görüyoruz hepimiz.

Gelin hep birlikte içimizdeki erkeği öldürelim. Kadına uzanan ellerimizi, kadına uzanan düşüncelerimizi, onu kuşatan ve onu köle etmeye, ona misyon biçmeye hazır zihniyetimizi öldürelim. 

İçimizdeki erkekler ölmedikçe, hayatımızdaki kadınların hepsi tehdit altındadır.

Dünyayı, kadın cehennemi olmaktan kurtarmalıyız. Kurtarmalıyız ki işte o vakit; insanlığın cennetine bir adım daha gidebilelim.


Share:

Bize kaybedecek hiçbir şey bırakmadınız.

Ben şantiye çıkışlı bir harita işçisiyim. Bize, sektörde "alaylı" derler. Yani bu, yaptığımız işin bir üniversite diploması aracılığıyla sınav çözdüren bir ezbere sistemle değilde, aksine uygulama alanı olan şantiyenin tozuyla toprağıyla öğrendiğimiz anlamını yükler. Anlayacağınız, harita işinin şantiyedeki en alt seviyesinden başladım mesleğe, şimdi ise İstanbul'da olmak adına, şantiyede toz toprak yutarak aldığım haritacı alaylı diplomasını rafa kaldırıp, henüz bir çocukken yine şantiyesinde toz toprak yutarak "alaylı" olduğum elektrik sektörüne girdim. İş hayatım boyunca, şantiyelerin insan bünyesini zorlayan yapılarında her türlü aşağılama ve sömürüye maruz kalıp; hiç sesi soluğu çıkmayan insanlarını garipsedim. Ben kendim, aynı sektörlerde defalarca, küçük-büyük, genel-kişisel çatışmalardan ötürü nice şantiye değiştirdim. Nice kavga verdim. Fakat  en sonunda, her zaman duruşumu korudum. Bir insan olduğumu ve bana insan gibi davranılması istemimi hiçbir zaman rafa kaldırmadım. Çok borcum oldu, ama hiçbir borcum beni satın almadı. Kendini borçlarına, çeşitli ajitasyon biçimleriyle süsleyerek nasıl kiraladığını anlatan insanlara hiç hak vermedim, asla hak vermeyeceğim. İstanbul'da olmak adına seçimim beni ekonomik olarak bir sürü çıkmaza sürüklese de, elbette bunun belirli sebepleri var. İlk başta, Haritacılık çoğu zaman günün 8 saati uygulamada olmak üzere 24 saati şantiyede olmaktır ve bu süreç genelde ayda en az 28 gün sürer. Yani, ayda 28 gün 24 saat işyerinde olursunuz ve bunun sadece 8 saatlik bedeli size ödenir. Fakat bu durumdan dolayı bu 8 saatin ücreti elbette biraz iyileştirilmiş olur. Boşversenize! Ne kadar iyi bir ücret, beni günde 16 saat, ayda 28 gün sevdiğim insanlardan alıkoymayı normalleştirebilir? İşte birinci sebebim buydu. Ben kazandığım ücreti, sevdiklerimle birlikte tüketebilmeyi istiyordum ve 2.000 tl ücretle sevdiklerimden uzaklaştırılacağım bir ücretten daha cazip geldi bana aylık 1.000 tl ücret. Hemde, 2.000 tl içinde ne kira, ne su, ne elektrik, ne gıda-beslenme masrafı yokken, aylık 1.000 tl içine hepsi birden eklenmiş hali olsa bile daha cazip geldi. Bu da benim fazla para kazanmak adına, az hayat yaşama olan itirazımın mütevazi bir göstergesi olsun. Her neyse, uzun süre yurtdışı da olmak üzere yurtiçinde de zamanımın çoğunu işe harcadığım böyle zamanlar oldu. İşte bu zamanlarda, azıcık daha fazla kazanmak uğruna herşeye gözünü yuman ve kendilerine reva görülmüş bu rezil geleceğe sessizleşen işçi sürülerini hep hayret ettim. Bu patron yalakaları, göze girebilmek ve  sefil konumlarını sağlamlaştırabilmek adına kendi iş arkadaşlarına gözlerini kırpmadan ihanet ederken, nedense ilk fırsatta tapındıkları o yerlerden uzaklaştırılan ilk kişiler olabildiler. Şimdi, İstanbul'da; hayata daha fazla katılabilmek adına, hayatı daha fazla etkileyebilmek, genel çerçevelerle, kimliğimi ve sınıfımı siyasal anlamda daha güçlü savunabilmek için bulunuyorum. Ekonomik ve sosyal riskler alıyorum, küçük politik çıkarlar uğruna büyük bir harekete dönüşme yolumuza taş koyan, yosun tutmuş eski yoldaşların hallerine hüzünleniyorum. Ne garip? Henüz kimlik olarak gelebildiğimiz ileri 2 adımlık yol. Daha çok yol yürümemiz lazımken, bu gelinen yolda bulundukları konuma tapınan insanların ileriye giden her yola, daha dün direndikleri üslubun aynı şekliyle saldırmaları. Allah bunları görüyor ya, tarih de yazsın diye uğraşıyorum. Halkımız; kişisel hırslarına engel olamayıp toplumsal ilerlememize saldıranların bu onursuzluklarını hiç unutmasın. İşte İstanbul'da, küçük bir esnafta, alaylı bir elektrikçi olarak çalışıp asgari ücretle, ev kirası, elektrik faturası, doğalgaz faturası, su faturası, kedi-köpek maması ücretlerine karşı direnişimin ana teması bu. Benim gibi düşünen ve davayı kişisel düşüncelerden, toplumsal harekete aktaran ve kendi egosunu ezerek, toplumunda bir değer yaratmaya çalışan insanlarla birlikte, halkımız adına, diğer halklarla kardeşlik ve barış içinde bir mücadelenin bu coğrafyada tüm insanlara kazandıracağı bir eşitlik ve özgürlük davası. Hepimiz biraz daha fedakar olmalıyız, çünkü fedakarlık olmayınca ve birileri fedakarlıklarda bulunmayınca bu yola dost görünümlü düşmanlar dahil olmak üzere kötü insanların koydukları taşları temizlemesi zor oluyor. Zaman alıyor. Şimdi, kaybedecek hiçbir şey bırakmadığınız bu gençlere kulak verin ve emin olun. Bize kaybedilecek hiçbir şey bırakmadınız, oysa biz size tekrar kazanabileceğimiz bir kimlikten umut veriyoruz. Gelin hep birlikte, yarınlara güzel bir miras bırakalım.
Share:

T'Zey Hali'Z ve anti siyaset sarmalı

Kendi çevrelerini aptal yerine mi koyuyorlar, yoksa kendileri aptal yerine konulmuş ve tutmuş mayalar mı bilemiyorum ama; ortada "zeka kıtlığı" çeken, ağzından çıkanı duymayan, klavyeden ne yazdığını bilmeyenlerin döndürdüğü bir sarmal var. Hele hele; son olarak.. bizim temsiliyet noktalarında kimliğimizi öne çıkararak  yürüttüğümüz faaliyetlere sözde "saygı" çerçevesinde yaklaşıp, ancak bunlarda etnik kimliğimizin varlığından "rahatsız" olduğunu ve bu durumun toplumu bir uçuruma sürüklediğini bağırarak, bazı grupları ve elbette beni, benimle olanları açıkça, alenen hedef göstererek ve bize karşı 90lar da gayet kullanışlı bir yöntem olan "çamur at, izi kalsın" politikası üreterek döndürdükleri sarmal çok enteresan. Afedersiniz yaşı kemale ermiş bir adamın, adımı da açıkça belirttiği bir liste de "belli ulusalcı parti" yaftalamasıyla, sözüm o'na ki; ağzından besmele eksik olmayan, facebook'taki her görselinden anlaşılacağı üzere eli kur'an'dan ayrılmayan bu adamın, tanımadığı (ki aşikar) insanlar hakkında, sırf göbekten bağlı olduğu hırsızlar iktidarının politikalarına uyuşmadıkları için sarf ettiği bu sözler; tarihe düşülsün. Düşülmeli de. Bunların unutulmasına asla müsaade edilmemeli. Bu sarmalın yürütücüleriyle ve fanatikleriyle herhangi bir polemiğin parçası olmayacağım, zaten görünen o ki; bu dengesiz savrulmaları ve tutumları kendilerini geleceksizleştiren en büyük şey. Küf gibi düşünün, bir müddet kokakcaklar, sonra yok olacaklar. Onlar yanlarında yok etmek istediklerine bu küfü bulaştırmak için bugün bu kadar çılgın, bugün bu kadar ateşli ve göz göre göre yalanın bini bir paraymışçasına konuşuyorlar. Halkımızın hafızasıyla alay edercesine, belleğimizi aptal yerine koyarcasına ve yarın su yüzüne çıkacaklarının bile hesabını yapmaktan aciz, beceriksiz ve zavallı bu tutumları, üstünde küflendikleri şeyin artık ne kadar azaldığının en açık delili.

Biz bu küfün, bu çıldırışını T'Zey Hali'Z olarak adlandıralım ve bu sarmalı o metaforla bütünleyerek bu zavallıların bugün yalanlarıyla, iftiralarıyla, kokularıyla sarf ettikleri bu kirli emeği, gelecekte böyle hatırlanmak üzere taçlandıralım. Bunca emeği karşılıksız bırakmak, emeğe olan saygımızın bir gereği olmalı. Neyse, Bu T'Zey Hali'Z metaforu içinde küflenmiş bileşke olan grupların bugün sarf ettikleri sözcükleri inceleyelim.

Kürt Özgürlük Hareketinin açtığı havuzda, sözüm ona Lejen Xase'yi kurup bugün bir algı yaratmak adına HDP'yi, PKK ile yan yana, iç içe, birebir anan kişilerin (*-Dipnota bakın) Bu çalıştaya davet ettikleri isimleri inceleyelim. Çalıştayın Sonuç Bildirgesini, kimlere ulaştırdıklarını ve kimlerin kendilerine nasıl cevaplar verdiklerini de hatırlamaya çalışalım. 

ve devamı olarak devletin Kürtlere TRT üzerinden verdiği yayın hakkını, örnek gösterip neler organize edildiğini, kimin açtıkları alanlar içinde çırpındıklarını hatırlayalım

Caferağa Spor salonunda kimin ne konuştuğunu hatırlayalım

sonra yüce Allah'ın insana bahşettiği zekanın da bir parça  yardımıyla,

ÇHİ, ÇDH, Çerfed, İÇD, ÇDP ve bunların etkin isimlerini yan yana getirip, bugüne kadar neler yaptıklarını gözden geçirelim.  Şimdi sırasıyla, tüm bu yapıların birbiriyle nasıl bir bağlantısı var, organik mi değil mi? diye düşünelim. Bilemiyorum, göbekten bağlandıkları bu kadar günyüzündeyken bunu da inkar edecek kadar zavallılaştılar mı ama, yapabilirler. Sonuçta, yaptıkları şeyler, yapacakları şeylerin teminatıdır değil mi?

Sonra, sözüm ona kurdukları partinin başındaki Ç'ye en çok da Çerke'Z'i yakıştıranlara da demişler mi siyasetle Çerkesliği yan yana koymayalım diye? Daha hazirandan çok geçmedi değil mi? Lejen Xase, ÇHİ talepleri, 21 eylemleri, Bildirgenin meclise gelimi, caferağa vakası, çdp propaganları hiç siyasal değildi, değil mi? Evet, evet.. biliyorum; zira o hareketlerin içinde "kardeşlik" "eşitlik" gibi kelimeler yoktu doğrudur.

Çerkeslerin siyasal faaliyetlerini yürütmeyi bir tek siz mi, sizin kendi varlığını dahi inkar eden hareketleriniz mi yürütmeye yetkili?

Siyaset yapmayalım diyorsunuz, siyaset yapıyorsunuz.
Küfür ediyorsunuz, etmedim diyorsunuz
tanımadığınız insanlar hakkında, tutarsız yalanlar atıyorsunuz
tükürüp, tükürüp yalıyorsunuz
size biz alıştık.. siz 1-2 yıllık küflersiniz, neleri tükürüp tükürüp yaladınız herşeyi biliyoruz da, bu halk size nasıl alışacak siz onun yollarını arayın.

T'Zey Hali'Z ve bu metaforun müdavimleri olarak gençliğe gösterilecek kıymetli deliller olmayı başardınız. İşte gençlere sizleri gösterip; böyle olmayalım diye siyasetin en onurlusunu yapmaya devam da edeceğiz.

Kardeşliği, Barışı, Eşitliği, Özgürlüğü savunmaktan
ve adımızı haykırmaktan bir adım geri durmayacağız.
Sizin artık benliği kaybetmiş dengesizleşmeniz de, çok normal
heyecan yapmayın, suratınıza tükürülmeye alışık insanlarsınız. Daha da alışacaksınız. Tükürdüğünüzü yalamanın uzmanı olmuşsunuz, doktorasını yapacaksınız.

Madem Çerkeslikle siyaset yapmayı yanlış buluyorsunuz, eleştiriyorsunuz. Eğer bir daha yaparsanız namertsiniz. Biz doğru buluyoruz, yapmaya devam edeceğiz.


Share:

Çerkeslik, İnsanlık, Onur ve ve Şeref..

Hemen yanıbaşımızdaydı halbuki savaş, hemen yanıbaşımızdaydı. Çocukları öldüren kurşunların parasını cebinizdeki kuruşlarla ödüyorduk. Ödememiş gibi yaşıyorduk. Ana haber bültenlerine düşen ölümün istatistiklerini izlerken, sözüm ona; üzülüyorduk. Zalimin, kurşunlarını cebimizden öderken, ölenlerin istatistiksel verileriyle; çirkin bir politikanın ajitatörlüğüne ortak oluyordunuz. Hiç inandırıcı gelir mi bu? İnsanları evlerinden, kentlerinden akın akın açlığa ve istanbul'daki metrobüs duraklarında dilenmeye zorlayan bu savaşı kim destekliyor diye bakmak yerine, buraya gelenlere iki parça ekmek verdik diye övünüyorduk değil mi? Peki hiç; o insanları bizim iki parça ekmeğimize  mahkum etmenin nasıl kötü bir şey olduğuyla utanabilecek miydik? İsterseniz bütün Suriye'yi getirin buraya, fakat unutmayın ki; onları muhtaç duruma taşıyan politikaların bir parçasıyız ve hiçbir yardımımız bu utancı silmeyecek. Siz insanları, metrobüs duraklarının önlerinde ekmek için dilenmeye muhtaç ettiniz ya? Allah sizin belanızı versin. Bir de, onlara iki parça ekmek verdik diye seviniyor, olmayan vicdanınızı avutuyorsunuz. Yüz karasısınız. Hepiniz zalimsiniz niye biliyor musunuz?

Zalime susmak, zalim olmaktır. Zalime sustunuz..! Yetmedi, aynı ağzı paylaştınız. Yetmedi, aynı algının bir parçası oldunuz. Yetmedi, zulmünü onayladınız. Yetmedi, zulüme ortak oldunuz. Yetmedi, meşrulaştırmak istediniz. Yetmedi, izlerini kapatmaya çalıştınız. Yetmedi, küfür ettiniz. Yetmedi, çirkinleştiniz. Kötüydünüz; yetmedi. Zalimleştiniz. Ölüleri ayırdınız, ölüleri böldünüz, ölülere küfür ettiniz, ölülerin anılarına hakaret ettiniz. Çocukları, cebinizdeki kuruşlarla öldürdünüz. Yetmedi; sizin bu pisliğinizi temizlemek, harabeye çevrilmesinde kuruşlarınızla destek olduğunuz kentlerin çocuklarına umut olmaya giden insanları; küçücük vicdanlarınızla alenen terörist ilan ettiniz. Yetmedi, cebinizdeki kuruşlarla onların da öldürülmesine vesile oldunuz. Yetmedi; çocuklara umut taşıyan çocukların ölülerine bile küfür ettiniz. Sizin sildiğiniz insanlık onurunu, yeniden inşa etmek isteyen çocukların anılarına hakaret ettiniz. Bizim inandığımız Çerkeslik "Onur candan önce gelir" der ve "Çerkeslik insanlıktır" diye devam eder. Bizim yoldaşlarımız, insanlık onurunu en üst seviyede tutarak savaşın yaktığı kentlere su olmaya, çocukları güldürmeye gidiyorlardı. Bu onuru, canlarından önce sayıyorlardı. Bunu da, sizin zalimleştirdiğiniz kişilerin bombalarıyla şehit olarak hepinize gösterdiler. "Çerkeslik İnsanlıktır" şiarını en önde, tereddütsüz ve onurla taşıdılar. Taşırken katledildiler. Katilleri, sizsiniz. Sizsiniz çünkü zalime sustunuz, yetmedi; aynı dili konuştunuz. Yetmedi, öyle güzel insanlara "terörist" algısı yaratma çabalarının bir parçası oldunuz. Yetmedi, zulümü onayladınız. Yetmedi, küfür ettiniz. Çirkinleştiniz. Onurunuzu sattınız. Kendini yoldaşlarımızın arasında patlatan zavallı, sadece zavallı bir araçtı. O aracı tetikleyense, kuruşlarınızla güçlendirdiğiniz tetikçi anlayıştı. O tetiği tutan sizdiniz. Katil sizsiniz. Sizi asla unutmayacağım. Bugün konuştuğunuz hiçbir şeyin yok olmasına izin vermeyeceğim.

Ama sanmayın ki şehitlerimizin anısı silinecek, kavgası bitecek. Sizin aracınızla katlettiğimiz yoldaşlarımızın kanı, öldükleri yerde buluştu ya. Biz de, bunun anısıyla pratikte birleşecek ve sizin gibi zalimleri yeryüzünden silene dek mücadele vereceğiz.

Sindiğiniz izbe köleşerin küfü oldunuz,
siz o küfün kölelerisiniz ve biz sizi kendinizi çürütmeye mahkum ediyoruz.
Share:

Jıneps Gazetesi / Ağustos 2015 : BİZE KAYBEDECEK HİÇBİR ŞEY BIRAKMADINIZ.


Ben şantiye çıkışlı bir harita işçisiyim. Bize, sektörde "alaylı" derler. Yani bu, yaptığımız işin bir üniversite diploması aracılığıyla sınav çözdüren bir ezbere sistemle değilde, aksine uygulama alanı olan şantiyenin tozuyla toprağıyla öğrendiğimiz anlamını yükler. Anlayacağınız, harita işinin şantiyedeki en alt seviyesinden başladım mesleğe, şimdi ise İstanbul'da olmak adına, şantiyede toz toprak yutarak aldığım haritacı alaylı diplomasını rafa kaldırıp, henüz bir çocukken yine şantiyesinde toz toprak yutarak "alaylı" olduğum elektrik sektörüne girdim. İş hayatım boyunca, şantiyelerin insan bünyesini zorlayan yapılarında her türlü aşağılama ve sömürüye maruz kalıp; hiç sesi soluğu çıkmayan insanlarını garipsedim. Ben kendim, aynı sektörlerde defalarca, küçük-büyük, genel-kişisel çatışmalardan ötürü nice şantiye değiştirdim. Nice kavga verdim. Fakat  en sonunda, her zaman duruşumu korudum. Bir insan olduğumu ve bana insan gibi davranılması istemimi hiçbir zaman rafa kaldırmadım. Çok borcum oldu, ama hiçbir borcum beni satın almadı. Kendini borçlarına, çeşitli ajitasyon biçimleriyle süsleyerek nasıl kiraladığını anlatan insanlara hiç hak vermedim, asla hak vermeyeceğim. İstanbul'da olmak adına seçimim beni ekonomik olarak bir sürü çıkmaza sürüklese de, elbette bunun belirli sebepleri var. İlk başta, Haritacılık çoğu zaman günün 8 saati uygulamada olmak üzere 24 saati şantiyede olmaktır ve bu süreç genelde ayda en az 28 gün sürer. Yani, ayda 28 gün 24 saat işyerinde olursunuz ve bunun sadece 8 saatlik bedeli size ödenir. Fakat bu durumdan dolayı bu 8 saatin ücreti elbette biraz iyileştirilmiş olur. Boşversenize! Ne kadar iyi bir ücret, beni günde 16 saat, ayda 28 gün sevdiğim insanlardan alıkoymayı normalleştirebilir? İşte birinci sebebim buydu. Ben kazandığım ücreti, sevdiklerimle birlikte tüketebilmeyi istiyordum ve 2.000 tl ücretle sevdiklerimden uzaklaştırılacağım bir ücretten daha cazip geldi bana aylık 1.000 tl ücret. Hemde, 2.000 tl içinde ne kira, ne su, ne elektrik, ne gıda-beslenme masrafı yokken, aylık 1.000 tl içine hepsi birden eklenmiş hali olsa bile daha cazip geldi. Bu da benim fazla para kazanmak adına, az hayat yaşama olan itirazımın mütevazi bir göstergesi olsun. Her neyse, uzun süre yurtdışı da olmak üzere yurtiçinde de zamanımın çoğunu işe harcadığım böyle zamanlar oldu. İşte bu zamanlarda, azıcık daha fazla kazanmak uğruna herşeye gözünü yuman ve kendilerine reva görülmüş bu rezil geleceğe sessizleşen işçi sürülerini hep hayret ettim. Bu patron yalakaları, göze girebilmek ve  sefil konumlarını sağlamlaştırabilmek adına kendi iş arkadaşlarına gözlerini kırpmadan ihanet ederken, nedense ilk fırsatta tapındıkları o yerlerden uzaklaştırılan ilk kişiler olabildiler. Şimdi, İstanbul'da; hayata daha fazla katılabilmek adına, hayatı daha fazla etkileyebilmek, genel çerçevelerle, kimliğimi ve sınıfımı siyasal anlamda daha güçlü savunabilmek için bulunuyorum. Ekonomik ve sosyal riskler alıyorum, küçük politik çıkarlar uğruna büyük bir harekete dönüşme yolumuza taş koyan, yosun tutmuş eski yoldaşların hallerine hüzünleniyorum. Ne garip? Henüz kimlik olarak gelebildiğimiz ileri 2 adımlık yol. Daha çok yol yürümemiz lazımken, bu gelinen yolda bulundukları konuma tapınan insanların ileriye giden her yola, daha dün direndikleri üslubun aynı şekliyle saldırmaları. Allah bunları görüyor ya, tarih de yazsın diye uğraşıyorum. Halkımız; kişisel hırslarına engel olamayıp toplumsal ilerlememize saldıranların bu onursuzluklarını hiç unutmasın. İşte İstanbul'da, küçük bir esnafta, alaylı bir elektrikçi olarak çalışıp asgari ücretle, ev kirası, elektrik faturası, doğalgaz faturası, su faturası, kedi-köpek maması ücretlerine karşı direnişimin ana teması bu. Benim gibi düşünen ve davayı kişisel düşüncelerden, toplumsal harekete aktaran ve kendi egosunu ezerek, toplumunda bir değer yaratmaya çalışan insanlarla birlikte, halkımız adına, diğer halklarla kardeşlik ve barış içinde bir mücadelenin bu coğrafyada tüm insanlara kazandıracağı bir eşitlik ve özgürlük davası. Hepimiz biraz daha fedakar olmalıyız, çünkü fedakarlık olmayınca ve birileri fedakarlıklarda bulunmayınca bu yola dost görünümlü düşmanlar dahil olmak üzere kötü insanların koydukları taşları temizlemesi zor oluyor. Zaman alıyor. Şimdi, kaybedecek hiçbir şey bırakmadığınız bu gençlere kulak verin ve emin olun. Bize kaybedilecek hiçbir şey bırakmadınız, oysa biz size tekrar kazanabileceğimiz bir kimlikten umut veriyoruz. Gelin hep birlikte, yarınlara güzel bir miras bırakalım.
Share:

Çerkesçe

Translate

Çerkesler

Çerkesya

Çerkesya ya da Çerkezistan (Çerkesçe: Адыгэ Хэку,[1] Rusça: Черке́сия, Gürcüce: ჩერქეზეთი, Arapça: شيركاسيا[2]), Kuzey Kafkasya ve Karadenizin kuzeydoğu kıyısında yer alan bir bölge ve tarihsel bir ülkedir. Bu Çerkes halkının vatanıdır.

Etiketler