Çerkesliği bir de şöyle anlayabilir miyim?

Siyaset konuşmaktan bıktım usandım, beni bir nebze tanıyanlar siyasetin ruhuna aykırı biri olduğumu da bilirler zaten. Bana karabasan gibi çöküyor siyaset rüzgarları. Eski arkadaşlarım bazen hayretlerini dile getirip bana takılıyorlar "canberk'in evrimi" diye. Bende gülüyorum açıkçası. Gerçekten de siyaset benim için uygun bir şey değil. Bana çok zarar veriyor üstelik. Kendimi geçtim, siyasete zarar veriyor bir de. Yani iki yönlü bir zarar. 

Madem bu kadar dışında hissediyorum kendimi, niye diye soracak olursanız söylemiş olayım diye yazıyorum. Zorundayım diye. Defalarca alıntısını yaptığım Nazım ustanın Kerem gibi şiirindeki gibi bir duruma düştük açıkçası hem kişisel olarak, hem toplumsal olarak, hem ülkesel olarak, hem bölgesel olarak düştük bu duruma. Bende hem kişisel olarak, hem toplumsal olarak, hem ülkesel olarak, hem de bölgesel olarak bu zorunluluğu hissettim. Kişiliğimiz, toplumdaki varlığımız, ülkedeki konumumuz, bölgedeki varlığımız yani kısacası dört bir yanımız bir ablukaya alınmış. Bir karanlık çöküyor ve bu karanlıktan çıkmak için aydınlığa giden her yolu ateşe vermişler. Dünyadaki varlığımı sorguluyorum ya bir şiirim de "ben kaba bir etten/ bencil bir mideden/ lanet bir egodan m ibaretim?" diye... olmamak istiyorum, olmamak için çabalıyorum, olmaktan korkuyorum işte. Olmayacağım da. Olmamak için ne yapmak gerekiyorsa, onu yapmak istiyorum. Dört bir yanımıza, dört bir yandan saldıran bu karanlık,  aydınlığa çıkan her yola yakılmış bir ateş, midesinin kölesi olmak istemeyen bir Canberk, Nazım Usta ve Kerem gibi.. " Ben yanmazsam/ sen yanmazsan/ biz yanmazsak/ Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?" Zorundayım ben, aslında hepimiz zorundayız. Fakat zorunda olduğumun farkındayım ben. Ne yazık ki hepimiz farkında değiliz. İşte sorduğunuz sorunun cevabı, üzerimdeki ateşin sebebi bu. Boşuna mı demişler "Cehalet mutluluktur" diye. Cahil olamamanın bedelini ödüyorum, ait olmadığım bir şeyin ateşini taşıyarak. Fakat aynı zamanda cahil olmamanın onurunu da yaşıyorum, bu bedeli sırtlanarak. 

Cevabımı da verdiğime göre, size gerçek bir hikaye anlatacağım Çerkeslerle ilgili. Tanıdığınız Reyhanlılar varsa çağırın, onların unutmadıklarıyla harmanlayıp bu anıyı kulağımıza bazı küpeler yapacağız ve sonra takıp dolaşacağız.

Hatay'ın Reyhanlı ilçesinde doğdum büyüdüm. On yıllar sürmedi bu büyüme, ama Reyhanlı'nın Çerkeslerine özgünleşen bazı karakteristik özellikleri taşıdığımı da belirtmeliyim. Bunların en başında resmi nüfus kayıtlarındaki Çerkesçe soyadım geliyor. Bu durumu sakın küçümsemeyin, bu durum öyle ki her nereye gidersem gideyim bana Çerkes olduğumu hatırlama zorunluluğu doğuruyor. Çünkü insanlar hep soyadımı sorguluyorlar. Ne demek, niye böyle diye sora sora, her seferinde Çerkes olduğum gerçekliğini yaşamak zorunda kalıyorum. Çünkü verebileceğim tek yanıt, bana Çerkes olduğumu hatırlatıyor. Her sorulduğunda yaşıyorum bu durumu. Her yerde.. Okulda, işte, barda, sokakta, mahallede, internette, vezne de, karakolda, bir seferinde adliyede.. soyadın ne demek, soyadın niye Apiş, soyadının anlamı ne biliyor musun? gibi çeşit çeşit sorular. Bu küçümsenecek bir şey değil, insana gerçekten her seferinde, her çeşit ortamda Çerkes olduğunu hatırlatıyor. Çerkes olmak bazılarının sürekli yaşatmaya çalıştığı gibi aşırısı aşırı özel olmak gibi bir şey değil, ne olursan ol, kim olursan ol insansın ama, insan olduğu her şeyi seviyor işte. Belki Sosruko, Tlepş, Setenay, Peterez olmuyorum ama Çerkes olmayı seviyorum. Hatırladığım hiçbir yerde rahatsız olmuyorum dolayısıyla. Çerkes olmak, insan olmaktır der bizim atalarımız. İnsan olmayı da seviyorum. İnsan olmak, adil olmaktır ve ben adil olmayı da seviyorum. Çerkes olmak, canından önce gelen onurundur ve ben onurlu yaşamayı da seviyorum. Çerkes olmayı hatırlamaktan pişman olduğum hiçbir anı yok hafızamda. Reyhanlı'lı olmanın bir getirisi olarak, bana en ilginç anlarda bile Çerkes olmayı hatırlatacak bir değeri kattığı için memnunum. Beni Canberk olmanın, kişi olmanın, bencil olmanın belki milim ilerisine taşıyor. O milimin ilerisinde olmaktan da memnunum.

Biz 3 kardeşiz, annemiz ve babamız bize her şeyden önce insan olmayı aşıladılar. Sonra iyi bir insan olmamızı öğütlediler. 

Yemek yemek, elbise giymek bunlar önemli şeylerdi evet. Hiç aç bırakmadılar, hiç açıkta da bırakmadılar bizi. Fakat bu zaten her annenin ve babanın yapacağı şeyler. Her anne-baba çocuklarını doyurmak ve onları giydirmek için en iyisini yapmaya çalışırlar. Her biri ne kadar yapıyor olursa olsun, hepsi olanaklarının en iyisini yapıyor emin olun. 

Fakat insan olmayı aşılamak, iyi bir insan olmayı öğütlemek farklı şeyler. Hiçbir gözle görülür faydası olmadığı halde, çok fazla emek gerektiren şeyler. Hiçbir anne-baba çocuğunun kötü biri olmasını istemez, ama ne yazık ki her anne-baba çocuğunun iyi biri olması için çabalamıyor. Çabalamıyor ki şiddet vakası her geçen gün artıyor dünyada. İnsan şiddet, hayvana şiddet, bitkiye şiddet, doğaya şiddet.. Hayvana tecavüz, çocuğa tecavüz, kadına tecavüz, emeğe tecavüz, adalete tecavüz, ağaca, ormana... hayvan cinayeti, çocuk cinayeti, kadın cinayeti, emek cinayeti, doğa cinayeti diye gidiyor. Hangi anne-baba çocuğunun tecavüzcü ve katil olmasını ister? Hiçbiri istemez bence. Ama ne yazık ki hepsi bunun olmaması arzusunu kaderin cilvesine bırakır. İnsan olmak, iyi bir insan olmak biçimi; çiçeğin polenini salıp öteki çiçeğe ulaşmasının arzusu gibi bir hal alır. Çocuğun insan olması ihtimali, insan olması aşılandığında %51dir. İyi bir insan olma ihtimali de öğütlendiğinde, iyi bir insan olması %51'dir. Kendi başına insan olma ihtimali de, iyi bir insan olma ihtimali de %49'dur. Bu yüzde 2 ihtimal; savaşı, talanı, tecavüzü, hırsızlığı, cinayeti, işkenceyi ortaya çıkarmaktadır.

Bana insan olmayı aşılayan ve iyi bir insan olmayı öğütleyen anneme ve babama; insan olmanın verdiği her acıya rağmen ve iyi bir insan olmaya çalışmanın çektirdiği bütün zulüme inat minnet borçluyum. İnsan olmaktan ve iyi bir insan olmaya çalışmaktan memnunum. 

Annem ve babam bugün ise bizlere iyi bir insan olma yönündeki çabalarımızda en büyük yoldaş olmaktalar.

Babama hiçbir halktan, dinden, cinsiyetten nefret etmez. Bildiği hepsini de sever-sayar. Ancak Çerkeslik onun için çok özel bir durumdur. Çerkesçe duymak ve konuşmak için can atar. O'na verebileceğimiz en anlamlı hediye, daha önce dinlemediği Çerkesçe bir şarkıdır. İlk Çerkesçe bir film indirip babama izlettiğimde mutluluktan ağlamak üzere olduğunu görmüşlüğüm var. Hayatında izlediği ilk Çerkesçe filmdi. 60 küsür yaşındaydı benim babam Çerkesçe bir filmi ilk seyrettiğinde. Şimdi bunu Türkçe'den başka dil bilmeyen birine anlatmak zor olabilir, ama okuyacaklar arasında mutlaka olacağı için deneyeyim: Doğup 20 yaşına gelene kadar Türkçe konuştuğunuzu, 20 yaşından sonra İngiltereye gittiğinizi ve hayatınızın çoğunluğunda Türkçe konuşarak yaşamak zorunda olduğunuzu hayal edin. Rüyalarınızı Türkçe görüp, İngilizce anlatmak zorunda olduğunuzu, karşınızdaki insanların ingilizce söylediklerini, aklınızda Türkçeye tercüme edip, Türkçe düşünüp sonra İngilizce konuştuğunuzu hayal edin.Tam 40 yıl... Tam 40 yıl, her yerde ingilizce şarkılar çaldığını, gittiğiniz kafede, barda... tam 40 yıl izlediğiniz her filmin belgeselin İngilizce olduğunu hayal edin. 60 yaşında ilk defa Türkçe bir film seyrettiğinizi hayal edin. Babamla empati kurun. Kurunca babamın mutluluktan niye ağlamak üzere olduğunu anlayacaksınız.

 Reyhanlı'nın babama da verdiği karakteristik özellikler var. Çerkeslik benim babam için neyse, Reyhanlı da o. Biz değişmeye başlayan bir Reyhanlı'da doğduk büyüdük, oysa onlar Çerkesler için yeni gelişen bir Reyhanlı'nın içinde doğdular ve büyüdüler. Bizim değişen Reyhanlı'mızı pek beğenmezler. "Eskiden Reyhanlı..." diye başlayıp biten yüzlerce cümlesini duymuşluğum var. Bir noktadan sonra, her seferinde daha da eskiden bahsettiğini anlayabildim. 

Mesela "Eskiden Reyhanlı'da Yenişehir gölü cam gibiydi. Tertemizdi" diye başlayan cümle bir süre sonra "Eskiden Amik gölü bataklık olurken" diye eskiye gidiyor. Daha heyecan verici oluyor.

Eskiden Reyhanlı Ormanlık gibi olan meyve ağaçlarının şimdi çöl gibi bir yere dönüştüğünün hikayelerinden, kocaman amik gölünden, bataklığa, bataklığından, ovasına dönüştüğü hikayelerine kadar bir çok anlattığı hafızam da. Hele hele Sığırcık sürülerinin baharın gelişiyle neredeyse gökyüzü kapatacak çokluğuna, her sığırcık gördüğünde anlatır.
 
Şimdi bir konuya açıklık getireyim. Biz Reyhanlı'nın yerli halkı değiliz, taş çatlasın varlığımız 152 yıl eskidir ama o kadar bile eski değildir. Yani babamın bana anlatacağı Reyhanlının yaşanılan kendi tarihi o kadar. Bende en fazla o kadarını anlatabilirim. Ben en fazla Çerkesler olarak Reyhanlıyı anlatabilirim.

Halbuki Reyhanlı Çerkeslerden çok daha eskidir, yani burada anlatacağım konu Reyhanlıdaki Çerkeslik tarihiyle sınırlı kalıyor.

Babam diyor ki; eskiden buralar hep Çerkes'di. Buralar dediği yer Amik ovasının Yenişehir kısımlarındaki topraklar. Çerkeslerin hemen hepsinin çok toprağı varmış bir zamanlar. Tayfur Sökmen zamanında, Hatay Türkiye'ye katılmadan önce topraklar Türkmenlere çok büyük paylar olmak üzere Çerkeslere de paylaştırılmış. Yani eskiden Çerkesler toprak sahipleriymiş. Arapları da tarlalarında hisseyle çalıştırıyorlarmış. Babamın eskiden dediği üzere, o toprakların büyük kısmı artık Çerkeslerin değil, Arapların. Eskiden Türkmenlerin olan koca toprakların da büyük bölümü artık Arapların. 

Biz küçükken Çerkes çocukları arasında bir Arap düşmanlığı vardı... Şimdide orada kalan Çerkeslerin içinde olabilir bu düşmanlık.

Bu düşmanlık duygusunun temel nedeni, Arapların yine toprak sahibi olması değil. Çünkü Araplar orası zaten arapların vatanı. Eğer bu bir düşmanlık nedeniyse, Arapların Çerkeslerden nefret etmeleri lazım. Ama öyle değil işte.. 

Çerkeslerin düşmanlık duygusunun temel nedeni, bugün bir çok Çerkesin duymaya dayanamayacağı bir neden. Kabul edemeyeceği bir gerçek.

Babam, Çerkesler Reyhanlıya ilk geldiğinde ser sefillerdi diye başlayıp, Arapların Çerkeslere "hadi bir oynayın, biz de size bir avuç tahıl verelim" diye bildiklerini anlatıyor. Çerkeslerin Reyhanlı'daki sefaletini kendi eğlencelerine çeviren Arapların ekin artıklarını toplayarak veya daha benzeri sefalet örnekleriyle anlatıyor.

İşte düşmanlık duygusunun temel nedeni bu. Tam 101 yıl Çarlık ile bir fiil savaşan, savaşta nüfusunun büyük çoğunluğunu kaybeden, soykırım yaşayan, sürgün edilen.. sürgüne gittiği yere hiçbir mülkünü götürmesine dahi izin verilmeyen.. Yurtlarından olmuş, akrabalarının neredeyse tamamını kaybetmiş, hastalık ve açlıktan kırılmış, parasız, çaresiz, yaralı, oradan-buraya dağıtılmış ve gittiği yerlerde evsiz barksız, aç ve hasta olan bir toplumun tüm bu yoksulluğunun bir eğlenceye çevirilmiş olması. Perişan halde, henüz ölülerinin yasını bile tutamamış, aç ve çaresiz insanlara; mutlu günlerinde oynadıkları bir oyunu, en acı günlerinde açlıktan oynatmak..

İşte o günden sonra Reyhanlı'da Çerkesler, Türkiye'de Çerkesler için bilinen rivayetin aksine hayata sımsıkı tutunarak, diş ile tırnak ile bir varolma mücadelesine giriştiler. Reyhanlı'da çocukluğumun geçtiği ev, dedemin sırtında taşıyarak getirdiği toprakla doldurduğu bir bataklık parçasıydı mesela. Çerkesler diş ile tırnak ile çalışıp mal mülk sahibi oldukça, acı günlerinde açlık yüzünden dans etmenin düşmanlığına daha da bir sarıldılar. Babamın "Eskiden eskiden hep Çerkes'di" dediği o günlere ulaştılar. Sonra 1 avuç tahıl için, tarlalarında Arapları çalıştırmaya başladılar.

Güzel günleri herkes anlatıyor, ben bu kötü günleri de anlatmak istedim. Çünkü toplum hafızasında, Çerkeslerin geçirdiği kötü günler her geçen gün yok oluyor, sanki bu topraklardaki varlığımız hep mutlu günlerdi algısı yaratılıyor.

Çerkeslerin o sersefil günleri unutmamaları lazım, lazım ki; eğer bir tabak yemek yiyorsak, bir evde oturuyorsak; hiçbirisinin bahşedilen bir şey olmadığını öğrenmeleri lazım.

Çerkeslerin "o" Arap düşmanlıklarına gelecek olursak, benim açımdan kabul edilir gibi değil. Çünkü hiçbir şey, genel bir nefret algısının gerekçesi olamaz. Olmamalı da! Çoğu Reyhanlı'lı Çerkesin bilip sustuğu öyle iğrenç etkileri de var ki bu nefretin, kabul edilebilir gibi değil. Biliyorum bugün onları konuşmayı ayıp sayan taraf çoğunlukta ama, ben konuşmamayı ayıp sayıyorum o etkileri. Kendini sınıfsal olarak bir toplumun üzerine çıkaran Çerkeslerin Arap kadınlarına bakış açılarını ve kendi alt tabakalarına karşı tutumları. Çerkeslerin bunları da unutmaması, bunlarla da yüzleşebilmesi lazım. Kendi değerlerini dahi ayakları altına aldıran bu nefreti her boyutuyla çözümlemeden o lekelerden de kurtulmak imkansız.

Hiç kimse konuşmayınca, hiç yaşanmamış olmuyor çünkü.

Sonra şimdi...

Peki bugün?

152 yıl özlemek için çok uzun bir süre... ama unutmak için yeterli bir süre değil! Herkes unutmuş olamaz, unutmayanların unutanlardan daha çok olduğunu biliyorum. Peki niye susuyorsunuz!

152 yıl önce çektiğiniz acılar, yaşadığınız sefalet.. üzerinize kabus gibi çöken açlık ve hastalığı niye uzak tutuyorsunuz vicdanınızdan?

Vatanındaki ateşten, kendini Türkiye'ye atarak kurtulmak isterken; burada aç ve sefil kalan mültecilere karşı biz empati yapmayacağız da kim  yapacak? 

Kim anlayacak ölüsü günlerce sokakta yatırılmış annenin çocuklarını siz anlamayacaksınız da?

Kim katliamın ve işkencenin günlük bir hayata dönüştüğü şehirlerden akın akın dışarıya kaçan ve aç kalan, susuz kalan, acısıyla alay edilen insanları anlayacak?

152 yıl...

Özlemek için çok uzun bir süre!

Unutmak için yeterli değil...

unutmuş olamazsınız.
Share:

Çerkes halkı diye bir halk vardır.


28 Mayıs günü, Ankara'da Düşünceye Özgürlük Girişiminin organize ettiği Çerkeslerle ilgili bir panel vardı. Adı "Soykırımın 152nci yılında sürgündeki halk: Çerkesler."

Paneldeki konuşmacılardan Erdoğan Boz'u bilmeyeniniz yoktur, Ahmet Cevat Benk'i de büyük ihtimalle işitmişsinizdir, Emrah Cilasun'u da gıyabında herkes tanır, Ethem Pşevu'nun yeğenlerinden. Yani diğer adıyla Çerkes Ethemin. Diğer konuşmacıları pek tanıdığımı söyleyemem. Ama Mahmut Konuk isimli konuşmacının konularından Çerkes Hasan Amca'nın mutlaka araştırılıp okunmasını tavsiye ederim. Zira, Türkiye'de Çerkes tarihi figürlerinden örnek alınan herkesten daha fazla örnek alınması, bahsedilmesi gereken herkesten daha fazla bahsedilmesi gereken birisi olduğunu düşünüyorum.

Panel de, Hakan Eken - Kafkas Halklarını, Ahmet Benk - Dönemin Politik İklimi ve Sürgünü, Selahattin Esmr - Milliyetçik ve Soykırımı, Emrah Cilasun - Ethem Bey'i, Mahmut Konuk Emir Marşan ve Hasan Amca'yı ve Erdoğan Boz - Soykırım ve Talepleri anlatmış konuşmacı olarak.

Ahmet Cevat Benk'in konuşması sırasında "Çerkes halkı diye bir halk yoktur" demesi ile, Hakan Eken'in Kafkas Halkları nedense Çerkes halklarına dönüştü demesini ise kendi konuma işleyeceğim.

Hakan Eken nedense diye soruyor, neden mi? Aynı panelde halbuki Ahmet Benk söylüyor nedenini. Çerkes halkı yoktur diyerek. Birincisi Kafkas Halkları diye bir şey vardır, fakat tıpkı Ortadoğu halkları gibi birşeydir bu, hiçbir zaman Çerkes halkları olabilmesi mümkün değildir, çünkü Çerkes halkları diye bir şey yoktur, Çerkes halkı vardır.

Kafkas Halkları içerisinde, Türk, Gürcü, Çeçen, Çerkes, Kürt, Ermeni, Oset, Abhaz, vs. Bütün Kafkas bölgesindeki halkları sayabiliriz. Bütün bunlara Kafkas Halkları denir.

Çerkes Halkları yoktur ama, böyle iddia edenlerin de iddaları içerisine Gürcü, Türk, Kürt, Ermeni dahil edilmezler.

Dar anlamda Çerkes, Abhaz, Ubıh
Geniş anlamda Çerkes, (Abzekh, Kabardey, Şapsığ adlarıyla) Abhaz, (Apsuva, Abaza adlarıyla) Oset, Çeçen, İnguş, Kumuk, Nogay, Karaçay vs. dahil edilir.

Birincisi şu ki;

Kafkas Halkları da genellikle böyle ifade edilir. Belirleyici özellik toplumun islam tabanıyla hatalı bir şekilde alakalandırılır.

Hem Kafkas Halklarında, hem Çerkes halklarında böyledir.

Yani şimdi ben buraya yazdığım için siz inkar etseniz bile, hem Kafkas halkları diye zurna çalanların, hem Çerkes halkları diye zurna çalanların kendi tanımlarına dahil ettikleri belirleyici özelliğin bu olduğunu başkaları anlayabilmelidir.

Yani uzaktan bakılınca görülebildiği  halde, yakınlaşmak isteyenlerin göreceği en büyük konu, Kafkas Halkları argümanının borazanını en çok öttürenlerin belirlediği "Kafkas olma Kriterleri"  bilgisayar tanımıyla copy-paste edilerek ortaya çıkarılan Çerkes Halkları argümanına taşınmıştır.

Hakan Eken'i tenzih ederim, belki o "Kafkas Halkları" deyimini, deyimin kökenine uygun biçimde kullanıyor olabilir. Ancak "Kafkas Halkları" deyiminin borazanını öttürenlerin hepsi kendi Kafkas Halklarını oluşturuyorlar.

Hakan Eken'in Nedense? sorusuna cevap verebilecek bir kaç yazımı buradan (https://apiscanberk.blogspot.com.tr/search?q=makron&x=0&y=0) okuyabilirsiniz.

İkincisi şu ki;

Bir kişinin, Çerkes halkı diye bir halk yoktur diyerek, Çerkes halkı adıyla yapılan bir panele farklı bir konuyla katılıp, orada tekrar Çerkes halkı diye bir halk yoktur demesi kadar abeste iştigal edecek bir durum olamaz. Hele aynı kişinin, Çerkes yazı dilinin latin ucubesiyle oluşturulması gibi akla ve mantığa hizmet etmeyen bir girişimin içinde olması ise, Çerkes halkı yoktur diyen birinin, bu söylediği sözün üzerine dikeceği tüy olduğu anlaşıldığında iyice irdelenmesi gereken bir konu olduğu düşünülür.

Biz Çerkes halkı yoktur diyen birinin kendi beyanı üzerinden yola çıkarak onu Çerkes saymama inisiyatifimizi şöyle bir kenara koyalım da, ondan sonra devam edelim.

Çerkes halkı kendisine elbette Adığe der, tıpkı Osetlerin Alan, Çeçenlerin Noxçi, Abhazların Apsuva,  demesi gibi. Tıpkı bugün uluslararası dillerde farklı adları olsa da, kendilerine farklı hitap eden diğer halklar gibi.

Yani çıkıp, Çerkes halkı diye bir halk yoktur, Adığe halkı vardır demek;

Köpek için (Türkçe), Dog (İngilizce), Sobaka (Rusça), Kelb (Arapça), Gôu (Çince), Pas (Boşnakça) yoktur. Hav vardır demek gibi

Kartal için  Eagle, Orel, Nusar, Orao, Laoying yoktur; viiiyk vardır demek gibi


Anlamsız, boş, amaçsız, zeytinyağı felsefesiyle üretilen bir şeyi ima etmektir.

Çerkes halkı vardır. Çerkes halkının da, kendisiyle ilgili panellerde inkar edilmeye tahammülü yoktur. Bu anlamda herkes haddini bilecek, kişisel ihtiraslarını bir halkın gerçeği gibi sunmaktan vazgeçmelidir.

Değilse bile, gerçekten halkı için çabalayan insanlar; kendi ihritaslarını halkının üstünde gören insanların "Çerkes halkı yoktur" zihnihyetinin verdiği söylemiyle, o kişileri kendi halkının bir parçası olarak görmeme inisiyatiflerini kullanmaktan asla çekinmemelidirler.

**Genel Ekleme:

Çerkes halkı diye bir halk yoktur demek, aynı zamanda Abhaz halkı diye bir halk yoktur demenin, aynı zamanda Oset halkı diye bir halk yoktur demenin, aynı zamanda Çeçen halkı diye bir halk yoktur demenin, aynı zamanda İnguş halkı diye bir halk yoktur demenin vs. de en kısa ve en kestirme yoludur. Bu da öyle bilinsin. Yani bana karşı uzun süre yapılan ve hiçbir anlam ifade etmeyen propagandaların, benim milliyetçilik yaptığım iddiasının da böyle düşünülmesi gerekmelidir. Çünkü Çerkes halkı diye bir halk yoktur demek, yukarıda saydıklarımın en dar ifadesidir.

Bu ifade en anlaşılabilir haliyle şöyledir: Çerkes halkı diye bir halk yoktur, Apsuvalar, Abazalar, Adigeler, İronlar, Digoronlar ve daha bir çoğu hepsi Çerkes halklarıdır demektir.

Share:

Türk Çerkesler ve Nazi Ruslar..

21 Mayıs, Çerkes sürgününü ve soykırımını anma günü...
Ağlama günü, piknik günü, arkadaşlarla birlikte muhabbet etme günü değil. Anma günü! 

Çerkeslerin büyük bir çoğunluğu (ne yazık ki) 21 Mayısta; ya ağlamaya, ya piknik yapmaya ya da arkadaşlarla muhabbet etmeye bir yere gidiyorlar. Epeydir. Çok uzun zamandır! Sonra bir kaç meslek odası başkanı, bir kaç belediye başkanı, bir iki bakan olursa belki başbakan; 21 Mayıs'ta Çerkeslere taziye mesajlarını iletiyor. Bir gün çabuk biter, bir gün toplam 24 saat bilmem kaç saniyedir.. 22 Mayıs'ta, Kefken'e gidenlerinden, Konsolosluk önünde toplananlarına kadar Çerkeslerin büyük çoğunluğu bir sonraki 21 Mayısa kadar, sürgünü, soykırımı falan uyku moduna alırlar. 

Hiç kimse alınmasın, gücenmesin...

Çerkesya Hareketi, son iki yıldır 21 mayısları 24 saatten daha fazla bir alana yaymak üzerine bir eylem biçimi geliştirdi. Geçen yıl, Çerkesya topraklarından Adigey Cumhuriyeti'nin başkenti Miekuape (Maykop)a giderek ağlama, piknik yapma, arkadaşlarla muhabbet etme geleneğini de bozmuş oldular. Dün gibi aklımdadır, onlara turist yakıştırması yapanlar da oldu. Son 2 yıl önceye kadar böyle şeyleri fazlasıyla kafama takarak herkese cevap yetiştirme gibi hatalarımdan arınmış, yok saymanın erdemiyle; değecek şeyleri konuşmaya-yazmaya gayret eden bir yapıya büründüğüm için hiçbir şey söylemedim. Halbuki insan kendi vatanına giden soydaşlarına turist deme gafletine pek nadir düşer, bu nadir duruma da; gaf adı verilir. Bir insan kendi vatanına turist olarak gitmez. Bir insan kendi vatanına evi olarak gider. Sağlı-sollu, gizli-açık biçimde içselleştirilmiş Türkiyelilik halinin bir dışa vurumu işte böyle bir gaf doğurur. Velhasıl doğurmuştu da. Eminim doğuracaktır da. Niye doğurmasın? Benim vatanım Türkiye diye açık açık, bağıra bağıra ve hatta çığlıklar atarak ifşa ederken, üstüne bununla böbürlenenler mi yok? Çok...  Daha bir önceki yazım olan "Çerkes soykırımı ve Çerkes sorunu" yayınım da, bu insanlara ilişkin açıkça " Böyle iddia edenler, bu topraklara ait hissedenler mutlaka ama mutlaka Çerkesliklerinden ödün veriyorlar. Bu gönüllü olsun, gönülsüz olsun... Bilerek olsun, bilmeyerek olsun... bir şey uğruna ya da hiçbir  şey uğruna, hiç fark etmeden geçerli." diye yazdım. Hatta o yazıda "Trans-Çerkesler" ile ilgili daha önceki yazılarımdan alıntılar da yaptım. Uzun lafın kısası; Sağlı-sollu bir içselleştirilmiş Türkiyelilik durumunun bitip-tükeneceği yok. 

21 Mayıs, 24 saatlik bir şey değildir. Aksine 152nci yılını tamamladığımız bir acıdır. 

İşte Çerkesya Hareketi, 21 mayısı 24 saate hapsetmiş herkesin aksine davrandılar. Acılarını özgür bırakıp, onun izinden ta anavatanımıza kadar gittiler geçen sene. Bu sene de denediler, engellendiler. Gelecek sene de deneyecekler, ondan sonraki sene de deneyeceklerine inanıyorum. Çünkü onlar için 21 Mayıs, 24 saate sığacak kadar küçük bir acı değil. Yıllarca 21 mayısı 24 saate sığdırmak isteyenlerin her türlü oyununa karşı, 21 mayıs artık 24 saati çoktan aştı. İşte esasta paniğin altyapısı da tam burada başlıyor. İşte bu panik, 21 mayıs Çerkes soykırımı ve sürgününü anavatanlarında anmak isteyen Çerkeslerin anavatanlarına girişini engelletiyor. İşte bu panikle, Çerkeslerin neden anavatanlarında olmadıklarını unutuyor Rus basını, Rus bürokratları. İşte bu panikle; Türk Çerkesler gibi abeste iştigal edecek zavallı cümleler kurabiliyorlar. Aksi mümkün değil! Çünkü 21 Mayıs, bizim tarihimiz olduğu kadar, onların da tarihidir. Bizim acımız, onların utancıdır. İşte bunu unutup, Çerkeslerin Türkiye'ye nasıl geldiklerini hatırlamıyor olabilirler, fakat biz asla unutmuyoruz. Biz Türk Çerkesler terimini şiddetle reddediyor, kendilerinin Nazi Ruslar olduklarını da açıkça ifade ediyoruz. Dün kendi vatanlarına vizeyle, eksiksiz başvuran ve Türk'lükten zerre barındırmayan o Çerkesleri, sudan-sabundan sebeplerle kendi engellemek, Rusya-Türkiye arasındaki her krizi Çerkeslere yönelik bir faşist fırsata çevirmekte, bunun en büyük göstergesidir.

Bu Nazi zihniyetinizi, bu soykırımı sürdürücü tavrınızı en başta Rus halkının vicdanına havale ederken, insanlığın vicdanına mahkum olduğunuzu asla unutmamanızı da tavsiye ediyorum.

Biz kendimizin de, gücümüzün de, yapamayacaklarımızın da yeterince farkındayız. Bu faşist tavrınızı mütekabiliyetle diğer devletlere karşı meşru gösterebileceğinizi de biliyoruz. Bizim basın ordularımız, gizli ajanlarımız, milyonlardan toplanmış vergilerle şişmiş ekonomi havuzlarımız olmayabilir, siz bu soykırımı sürdüren tavrınızı, diğer devletlerle ticari-iktisadi anlaşmalar yaparak gizlemeye devam da edebilirsiniz, ancak bu kirli tarihinizi en başta kendi çocuklarınız olmak üzere dünya kamuoyundan asla saklayamayacaksınız.

Siz silahlarınıza, askerlerinize, yasalarınıza güveniyor olabilirsiniz.. Biz de insanlığa güveniyoruz ve inanıyoruz ki; bir gün insanlık, doğru ile yanlışın ayırdını yapacak ve siz bu sahne de yanlışı 152 yıl sürdüren bir profil izleyeceksiniz.

Share:

Çerkes Soykırımı ve Çerkes Sorunu üzerine

Açıklama:
Yazıyı Çerkes Soykırımı, Çerkes Sorunu ve Demokrasi olarak yazıyordum. Uzadıkça uzadı, hatta Çerkes Soykırımı ve Çerkes Sorunu üzerine yazdıklarımda bile bir noktadan sonra yeterli derinliğe değinemedim. Çünkü bu yazı bir üniversite makalesi değil, öyle çokça tartışılacak ve üzerine  kararlar verilerek bir yön belirleyecek güçten de yoksun. Bu yazı, okuyucusuna en rahat biçimde "Çerkes Soykırımı ve Çerkes Sorunu" üzerine genel düşüncemi aktaracaktır. Demokrasiyi ise başka bir yazı da konuyla ilgili tekrar yazıp "Demokrasi eğilimi" başlığıyla paylaşacağım. 


Çerkesler bu toprakların yerli halkı değil, hiç olmadılar ve olacak gibi de değiller. Zaten şöyle basitçe incelediğinizde bu toprakların yerlisi olmuş bir Çerkesin, artık pekte Çerkes olmadığını da rahatça görebiliyorsunuz.

Çerkes Sorunu çetrefilli bir mesele, bir yanından tutabilmek için; sadece tutacağınız yanı araştırmanız yetmez. Eğer öyle bir hissiyata kapıldıysanız bu yazacaklarımı dikkate almanızı şiddetle öneririm. Çünkü eğer öyle yaparsanız, Çerkes sorununa el attığınız tarafta ağzınızla kuş tutsanız, dönüp dolaşıp sıfıra dönmeniz an meselesi olur. Bunun sizi hayal kırıklığına uğratması en küçük derdiniz olur, hayal kırıklığına uğramak yetmezmiş gibi; bu yaptığınız size yapışır, yaşama sevincinizi bile sömürür. Böylelerini görebilmek için, yüzeysel olan tartışmaları bir kenara bırakın ve Çerkes sorununun diplerine inin! Dipte; bu sorunun bir tarafından tutup, hayal kırıklığına uğramaktan bitap düşmüş, yaşama sevincinden emare bulunmayan insanlar göreceksiniz. Onlar içten içe bizlere Ahmet Kaya'nın "Ben yandım, siz yanmayın Allah aşkına" diye seslendirdiği bir şarkıyı okurlar.

Ha! Amacınız, Çerkes sorununa en kısa tanımı aramaksa ve sadece bu tanımı bulup gidecekseniz, en baştan yazdığımı, bir iki tarih öncesine dayandırarak tekrar etsem özeti bulursunuz;

Çerkes Sorunu, Çerkeslerin kendi iradeleri dışında yurtlarından sürülmeleri ve sürüldükleri topraklara ait olamayışları, hiçbir zaman olamayacakları gerçeğidir. Olmakla, olmamak arasındaki şu incecik çizgi, Çerkes olup-olmamayı belirliyor. Ya bu topraklara aitsin, ama Çerkes değilsin. Ya da Çerkessin ve bu topraklara ait değilsin.

###

Sorunun birincil çetrefili işte burada başlıyor.

*Ana-babadan Çerkes olup, kendini bu topraklara ait hissedenlerin Çerkesliği tapulamaları,
**Kendini bu topraklara ait hissetmeyip Çerkes olanların Çerkesliği kamulaştırmaları!

*Şimdi ana-babasından Çerkeslik miras alarak, kendini yeryüzünün en Çerkesi sayan arkadaşlara 2015'in Kasım ayında yazdığım "Trans-Çerkesler ile Bölünmek" isimli makalemden bir alıntı yapacağım, fakat belirtmeden edemeyeceğim ki; sözüm sınırsız, vatansız, ulussuz bir dünya isteyen, kendini insan olarak tanımlayan ve dünya vatandaşıyım diyen Anarşist, Komünist, Sosyalist, Liberal vd. arkadaşların dışına, ancak böyle bir şeyi hayal bile edememiş, hiçbir sınıf ve dünya hayali olmayan arkadaşların tam içine:

 Bildiğiniz, kendini buğday hangarında sanan tavuklar sürüsü gibi, yitip giden şeylerinin içinde, varmış gibi davranıyorlar.. fakat yoklar, olmayacaklar, olamazlar. Bugün onlara baktığım da gördüğüm tek şey, hiçlik. Zavallı hallerine aldırmadan, sanki güçlüymüş gibi, varmış gibi bağırıp duruyorlar. Hemde, Çerkeslik taslayarak. Azıcık sağınıza solunuza bakınınca bu zavallıları mutlaka göreceksiniz, azıcık Çerkeslik biliyorsanız da anlayacaksınız ki; bunlardan ne köy olur, ne de kasaba.. Çerkeslik adına hiçbir değerleri kalmadığı gibi, insanlıktan da kırıntı taşımayan bu kişileri, insanlık onurunu taşıyan, Çerkeslik kaygısı bulunan insanların orta yerinden bölüyoruz, çok mu? Gel gelelim bunun ne zararı var? Böyle rezil, ahlaksız, küfür etmekten utanmayan, yalan söylemekten çekinmeyen, aidiyet hissi kalmamış, kendisi pislik olduğu gibi bir de, pisliğini değdiği her yere bulaştıran bu Trans-Çerkesleri, içimizden safra gibi söküp atmak sizi temin ederim ki bu onurlu halkın faydasınadır.

Bunu söylemekten hiç çekinmiyorum, hiç çekinmeyeceğim. Nasıl ki, insanda kanser; kendi hücresinin başkalaşım geçirerek urlaşmasıyla oluyorsa, işte toplumdaki kanser de, ağzından küfürden başka şey duyulmayan, ahlakını yitirmiş, onurunu ekmeğe, kaba; şöhrete, saraya satmış kısacası başkalaşım geçirmiş kendi bireyinin urlaşmasıyla oluşuyor. Bundan kurtulmalıyız.


Alıntıyı yapmadan önce bazı arkadaşları sözün dışında tuttum, çünkü onlara saygı duyuyorum. Bir de hiç kimseyi incitmemek için, kısa bir açıklama da yapayım. Yine 2015'in Mart ayında yazdığım "Biz kendi içimizde uzlaşabildik mi ki?" isimli yazımda yukarıda Trans-Çerkes olarak bahsettiğim kişilere şöyle bir tarifte bulunmuştum:

...Biyolojik Çerkesiz, psikolojik Türk'üz diyorlar...

En baştan söylemiştim. Çerkesler bu toprakların yerli halkı değil, hiç olmadılar ve olacak gibi de değiller. Çünkü bu topraklarda, bir insan topluluğuna halk değeri katan her şeye yabancılar ve aykırılar. Dil, kültür, gelenek, aile yapısı, aile ilişkisi, aile hiyerarşisi, toplum düzeni vs. her şeye.. Böyle iddia edenler, bu topraklara ait hissedenler mutlaka ama mutlaka Çerkesliklerinden ödün veriyorlar. Bu gönüllü olsun, gönülsüz olsun... Bilerek olsun, bilmeyerek olsun... bir şey uğruna ya da hiçbir  şey uğruna, hiç fark etmeden geçerli. Biz bu topraklara ait hissetmenin her evresine en basit tabirle "Asimilasyon" diyoruz. Üzülüyorum, ama ağlamıyorum. Herkes istediğini yapmakta, dilediğini yaşamakta özgür.

Bir Çerkes yaşadıklarının vicdani ağırlığının referansını kendi tarihinden bulmuyorsa, bir vuku karşısında adalet terazisini kendi gelenekleri oluşturmuyorsa, eğer kendi yurdu varken, bu topraklara benim vatanım diyorsa, kendi dilinde şiir yazmak, şarkı okumak için çaba sarf etmiyorsa, çocukları en kolay ve en doğru biçimde kendi dilini konuşsun istemiyorsa, Annesi Guashe olsa, kendisi Çerkes olabilir mi?

Umursamıyorsa da, biz de bu toprakların edebiyat üstadı Yaşar Kemal'den kendilerine bir söz iletir, daha da susarız.

Çerkesler şunu bilin: Bir adem oğlu çıkıp Çerkes olduğu halde, ben Çerkes değilim derse, güle güle gitsin Cehennem'in dibine...

ve emin olun, "ben Çerkes değilim" demenin tek yolu, bu cümleyi kullanmak değildir!


**Şimdi bir de inatçılığıyla bile anlaşılacak kadar Çerkes olan, Çerkes hisseden, tarihini, geçmişini, dilini, kültürünü, vicdanını unutmayan, mücadelesini sürdüren ama trans-çerkeslerden tekrar çerkes yaratmak için kendini heba eden insanlara, bir Yaşar Kemal'lik daha konuşayım!

Arkadaşlar, yapmayın etmeyin. Heba ettiğiniz emeğe yazık. Bakın Yaşar Kemal yukarıdaki sözlerinde, direkt size konuşmuş.. bırakın gitsinler "Cehennem'in dibine" Çerkes sorununu çözecek olan nicelik değil, niteliktir. Nüfusun çok olduğu kadar, güçlü sayılan zamanın 1 tık ilerisindeyiz. Çerkes sorununu siz, biz hepimiz; bu trans-çerkesleri yok sayıp doğru-düzgün ele aldığımız gün çözmeye başlayacağız.


####

Çerkes sorunu, Çerkes soykırımının bir sonucu mudur? Yoksa Çerkes soykırımı, Çerkes sorununun bir sonucu mudur? Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar gibi bir soru. Fakat bugün ikisinin de iç içe olduğu kocaman bir gerçek. Hiç kimse Çerkes soykırımı vardır ama Çerkes sorunu yoktur ya da Çerkes sorunu vardır ama Çerkes soykırımı yoktur diyemez. Hatta hiç kimse Çerkes soykırımını ve Çerkes sorununu yalnızca Rusya'ya veya yalnızca Türkiye'ye indirgeyemez. Çerkes soykırımı ve Çerkes sorunu, hem Türkiye'nin hem de Rusya'nın ortak olduğu şeylerdir. Şimdi konudan uzaklaşacak bir tarihe dalıp, kimsenin canını sıkmak istemem ama dileyenler, herkesin dilinden düşmeyen şu "sıcak denizlere inmek" detayını iyice araştırabilirler. Araştırdıklarında aslında Çerkesya'nın da Osmanlı'nın da Rusya ile geri dönüşü olmayan savaşta neye niyet edip, kime hizmet ettikleri inci taneleri gibi dökülecektir. İngilizler sömürgelerini, Rusların sömürgesinden korumak için Osmanlı'yı, Osmanlı'da savaşmak için Çerkesyalıların kendi yurtlarını savunmalarını kullanıyor. Osmanlı'nın Çerkeslere bakış açısını bu tarihin yarattığı algı belirliyor zaten. Çerkesler kendi yurtlarındaki savaşı kaybettiğinde, bu yüzden bir takım hainler "halifenin toprakları" propagandası yaparken, o propagandanın peşinden Osmanlı'ya gelenler cephelere sürükleniyor.

Uzun lafın kısası, Çerkeslerin kendi yurtları üzerinde yaşama hakkını elinden alan bütün aktörler, bu soykırımın failidir. Çerkes soykırımı vahşetin fiilidir, bu fiili harekete geçiren bir çok aktör vardır ve bu aktörlerden hepsi kendi çıkarlarının politikalarını gütmüşlerdir, hiçbirisi Çerkes halkının çıkarını düşünmemiştir. Biz kaderimizi değiştiren ve bize tarihin  en büyük zararını veren bu soykırım fiilini yalnızca fiilin sonucuna göre tartışarak hiçbir yere varamayız, varamıyoruz da. Soykırım fiilinin sebebini de düşünmeliyiz, sebep-sonuç ilişkisini de ortaya sermeliyiz. Çünkü bu fiilin sonucunun bizi taşıdığı şu kader, tam da sebebin ortasıdır. Bu yüzden biz, sebep olan aktörlerden birinin, şimdi paramparça olmuş bütün coğraflarındayız. İşte bunun adına da, Çerkes sorunu diyoruz. Çerkes sorunu; Çerkeslerin kendi yurtlarında olamamalarının sebebidir  ve sebebin sonucudur. Sebep ile sonuç arasındaki tarihin kalbindedir.

Soykırım fiilinin sebebini es geçerek sonucuna odaklı düşündükçe, aynı hataları tekrar edip duruyoruz. Bu hatalardan sebeplenen değişik sonuçlarda buradan ortaya çıkıyor.

Kafkas Sürgünü, Kafkas Diasporası, Kafkasyacılıkların bin türlüsü vs. Kafkas Soykırımı da yakında tekrar eden hataların birinden sebeplenerek bir sonuca dönüşecek neredeyse..


###

Çerkes sorununun çetrefilli bir sorun olduğunu yazmıştım, bu sorunun iki büyük kesimi var. Bir kesimi diaspora Çerkesleri, diğer kesimi anavatan Çerkesleridir. Bu iki kesimin yaşadığı kendi gerçeklikleri vardır. Yani ne anavatanı, ne de diasporayı kendi gerçekliklerinden bağımsız tartışamayız. Tartışmaya kalkarsak, işin içinden çıkamayacağımız gibi, tartışmaya bir sonuçta doğuramayız. Bu  yüzden, diasporanın kendi gerçekliğini, anavatanın da kendi gerçekliğini ortaya koyması lazım, ortaya konulan bu iki gerçeklik arasında bir köprü kurulması da lazım. Çünkü her ne kadar farklı gerçeklikleri olsa da, ancak iki taraf birden Çerkes halkının kaderini değiştirebilir. Diasporanın ebediyen Çerkes kalabileceği bir demokrasi biçimi yok. Hiçbir zaman da olmayacak, çünkü diasporanın yaşadığı topraklar, kendisiyle baştan aşağı farklı. Anavatan ise diasporasız hep eksik.

Daha önce Jıneps Gazetesinde yazdığım "Kültür Çerkesçiliğinden, Siyaset Çerkesciliğine İlişkiler: 3 - Kitlesel Dissosiyatif Bozukluk" yazısında toplumların bireylere benzeyen hastalıklarından şöyle bahsetmiştim:

Toplumlar psikolojik olarak bireylerle aynı hastalıkları yaşayabilirler. Sonuçta toplumun temeli bireydir ve bir toplumdaki tüm bireyler aynı travmaları bir tarih olarak yaşamışsa, psikolojik olarak kitlesel bir hastalıkta kaçınılmaz olur. Dissosiyatif bozukluk psikolojik bir rahatsızlıktır ve genellikle bireyin küçükken yaşadığı bir travmaya beyninin dayanabilmek için başka bir kişilik veya kişilikler yaratması olarak açıklanabilir. 


Aynı şekilde, toplumlar psikolojik olarak bireylerle aynı acıları, aynı travmaları, aynı duyguları, aynı hasretleri ve umutları da taşıyabilirler. Arada bir köprü olmadığı sürece ve bu köprü, Çerkes sorununu her iki tarafın kendi gerçekliğini dikkate alarak ortaklaştıramadığı sürece, iki tarafta birbirinin eksikliğini çekecektir.

Türkiye Diasporasının bir bölümü, anavatanın hiçbir gerçekliğini dikkate almadan bir rol üstlenmektedir. Bu rol, Çerkes sorununu çözüme kavuşturmaktan ziyade, bu sorunu bir silaha, bir koza çevirmeye yöneliktir. Rusya'da Ermeni Soykırımı tanındığında, hatırlayacaksınız; "Türkiye'de Çerkes soykırımını tanısın!" gibi bazı söylemler medyaya düşmüştü. En iyi niyetle söylüyorum, eğer bu söylemleri düşünenler gerçekten Çerkes soykırımının tanınmasıyla ilgili bir şeyler yapmak isteyen kişilerse bile, tam bir ilkesizlik, bir hazırcılık, bir düşüncesizlik ile kendileri yetmez gibi bütün bir halkı rezil kepaze ediyorlardı. Çerkes Soykırımının Türkiye tarafından  tanınması kritik öneme sahip bir durum, fakat Çerkes Soykırımının Türkiye tarafından, Ermeni Soykırımına karşılık bir koz olarak tanınması bütün bu kritik önemi değersizleştirirdi. Kaldı ki, bu söylemi destekleyen insanlar Çerkes soykırımının diğer bir aktörünün de Türkiye olduğu gerçekliğini bile kavrayamayıp, gerçekten bunun olabileceğini mi düşünüyorlardı? Biz bir grup Çerkes, "Çerkes Soykırımı Tanınsın" sloganıyla kışın ayazında farklı şehirlerde standlar kurup, Çerkes soykırımını anlatan broşürler dağıtıp, Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmak üzere imzalar toplarken, gelip bir ucundan da biz tutalım demeyen bir çok kimse, Rusya Ermeni Soykırımını tanıdığında, Türkiye'den misilleme olarak Çerkes Soykırımını tanımasını istedi. Açıkçası yüzümüzün kızardığı ender zamanlardan birisiydi bu. Çünkü Çerkesler, yaşadıkları trajediyi bir pazarlık konusu yapmamalıydılar.

Aslında ben fazla iyi niyetle de yaklaşıyorum, yoksa Türkiye ile Rusya arasındaki uçak krizi unutamayacağımız kadar yeni. O zamanı hatırlayın, o zaman bazı hayalgücü ürünleri; beşyüzbin kişilik ordu(lar) kurup Ruslarla savaşmaya hazırlıyordu Çerkesleri. İşte hayalgücünü buraya zorlayan bir zekadan Çerkes sorununda pozitif rol almasını bekleyemiyoruz.

Share:

Mikro Feminizm - 1


Biliyorsunuz, bir önceki yazıda kurumsal erkek ve politik kadın temelleri üzerinden bir feminizm tanımı üzerinden ilerlemiştim. Feminizmin kendisini erkeğin sömürgesine karşıt bir anlayış üzerinden var ettiğini de söylemiştim. Mikro Feministleri bu derinlikten uzakta, kendisini kadının cinsiyeti üzerinden var etmeye çabalayan durumunu anlatmaya çalışmıştım. Bireyin cinsiyeti olarak kadın doğmuş birinin, topluma dikte eden kurumsal erkeğin neferi olabileceğini söylemiştim. Bunların daha rahat anlam bulabilmeleri lazım; bu yüzden kurumsal erkeği ve politik kadını, biyolojik cinsiyetten ayırarak çözümlemek gerekeceğine inanıyorum.

Kurumsal Erkeği Çözümleme

Kurumsal erkeğin örgütlenme temeli kesinlikle hiyerarşidir.  Yaşama bakış algısını bu temelle şekillendirir ve hiyerarşinin en tepesine bir cinsiyeti yerleştirir; bu da elbette erkektir. İnsan toplulukları içerisinde kendini kültürel nüvelerle şekillendirerek bir takım toplumsal yasalar inşa eder, bunlara; gelenek denir. Bunlar kendi içerisinde bir topluluğu şekillendirir ve ona diğer topluluklardan farklılıkta kazandırır. Bu farklılıklar topluluğun yaşadığı coğrafyaya ve coğrafyadaki diğer topluluklarla arasındaki ilişki biçimine göre şekil alır. Bugün binlerce yıllık bu sürecin ortaya çıkardığı üst-kurum kavramı; ulustur. Bu kavrama göre şekillenen üst-örgüt ise devlettir.  Bazı feminist arkadaşlarımız kendilerini bu kavramın parçası olarak, onun örgütüne karşı bağlılık duysalar da, ne yazık ki ulus kavramı, kurumsal erkeğin güncel sosyal politikası olarak oluştuğundan, bütün uluslar erkektir ve bütün devletleri bu erkek uluslar inşa etmiştir.

Kısacası, ulus kavramı erkektir ve onu ortaya çıkaran tarihi de öyledir. Devlet örgütü erkektir ve onu ortaya çıkaran tarihi de öyledir. Devlet, genel anlayış olarak ulus kavramından eskiye uzanıyor gibi gelebilir. Fakat ulus kavramının üst örgütü olan devlet ile, tebaa kavramının üst örgütü olan devlet aynı devlet değillerdir. Çünkü her erkek kavramı, kendi devletini inşa etmiştir ve bu devletlerin hepsinin en büyük ortak tarafı; hepsinin erkek olmasıdır. Bütün devletler hiyerarşiyle yönetilmektedir ve hepsi güce dayalıdır. Kurumsal erkeği temsil etmekten asla taviz vermemişlerdir.
Kurumsal erkek, üst-örgütü besleyecek bir çok alt-örgütü ile hepsi aynı amaca hizmet eden karmaşık bir yapıya sahiptir.

En aşağıdaki alt-örgütü ailedir.

Bu düşünceye farklı sebeplerle bazı feminist arkadaşlarımız itiraz edecektir, çünkü klasik aile kavramı; bir çocuk ve onun varlık sebebi olan iki yetişkin tarafından tanımlanır. Bu da duygusal bir bağ oluşturmaktadır. Hiç kimse bir çocuğa, annesi ve babasıyla oluşturdukları aile yapısının kötü bir şey olduğunu anlatmaya cesaret edemez. Ancak bu, aile kavramının kurumsal erkeğin en alt-örgütü olduğu gerçeğini değiştiremez. Aile, oluşturduğu bireyleri kurumsal erkeğin toplumsal yapısına alıştırmaktaki en büyük rolü oynar. Aileler kendi kültürünü inşa edemez, ailenin bağlı olduğu ve kendini inşa eden bir kültür vardır ve o kültürün bağlı olduğu tek şey; gelenektir.

Ailenin bir üst örgütü, toplumdur.
Toplum sokaktır, mahalledir, kenttir, bölgedir, milliyettir, vatandaşlıktır.
Aile topluma dayalı birey yetiştirmekle, toplum devlete dayalı vatandaş yetiştirmekle yükümlüdür. Her ikisi de, kurumsal erkeğin amacı doğrultusunda işler.

Şurası unutulmamalıdır, kurumsal erkeğin en alt-örgütü aile olsa da, onun devamlılığının ta kendisi de ailedir. Aile düzeni ve onun direkt ilişkide olduğu toplum düzenleri; (sokak, mahalle, kent, milliyet, soy, akrabalık vs.) kurumsal erkeğin okullarıdır.

...ve ne yazık ki feministleri büyük bölümü, kurumsal erkeğin bu yönünü yeterince açık ifade edemezler. Erkeği, apış arasında pipi taşıyan insana indirgeyen mikro feministlerin ütopik kızkardeşlikleri bir kenara dursun, politik kadının inşasının farkında devrimci feministler dahi; kurumsal erkeğin en üst örgütü üzerinden tanımlama koymaktalar. Onlara göre kurumsal erkeğin en üst örgütü olan devlet yıkıldığında veya devrimle ele geçirildiğinde, erkeklik son bulacaktır. Halbuki ailenin ve toplumun sürekli asker yetişrdiği bu erkek, yeniden örgütlenmeye o kadar meyillidir ki, bunu devlete karşı devrimle yok edebilmekte ancak bir ütopya olabilir. Çünkü kurumsal erkeğin toplumlardaki nüfuzu, onu sadece devlete bağlamaz. Yeniden devlet olmaya da sürükler. Ve şiddete dayalı güç, kurumsal erkeğin en büyük silahıdır. Şiddete dayalı güçte, kurumsal erkeğin yapabileceklerini, hiç kimse yapamaz. Bu yüzden kurumsal erkeğin kaynakları yeteri kadar tartışılmalı ve onu var eden toplumsal kültüre karşı da bir bilinç oluşturulmalıdır.

Politik kadın ile devam edecek...

Share:

Türkiye Büyük Tayyip Meclisi

Yazının başlığını yazarken, aklımda hep 'Türkiye Büyük Tayyip Meclisi' ifadesi vardı. Hatta bir ara yazdım, sonra düşündüm... Başıma bela açar mıyım diye? Sildim. TBTM yapayım dedim, hiç olmasa bir sorun çıkarsa inkar etmek istersem bir yol olsun diye. Az sonra aşağıda okuyacağınız düşüncelerimin çoğunu da yazmıştım.

Ben yazıyordum, müzik çalıyordu...  Grup Emeğe Ezgi, Nazım Usta'nın "Kerem gibi" şiirindeki şu mısraları haykırıyordu:

"Ben yanmazsam
sen yanmazsan
biz yanmazsak,
nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa"

Hemen bir sigara yaktım, kendime de kızdım açıkçası. İçimden Nazım Usta'ya bağırdım:

KARANLIKLAR AYDINLIĞA ÇIKSIN DİYE,
VARSIN ATEŞ İLK BENİ YAKSIN İSTERSE!


Herşey 22 Şubat 2003'de bugün "anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz" diye açıklama yapan bir partinin o zaman ki genel başkanının demokrasi sevdası ile başlamış. Kendisi de zaten sonra o bilgiyi teyit etmiş. Ben tabi o zamanlar pek anlamam bu demokrasi işlerinden. Her sabah "ne mutlu Türküm diyene" diyerek bağırıp, Çerkes olduğumu bilmemin yarattığı acayip bir şizofreni ile atalarımın dışarıdan getirdiği kültürel mihrakların, bana eğitimle içeride aşılanan ulusal mihrakların birbiri ile arasındaki derin çelişkilerdeyim. Daha 16 yaşımı doldurmamışım. Ne mutlu türküm diyene diyerek bağıran bir Çerkes olmanın çocukça şokundayım, derslerimi bile anlamıyorum ki demokrasiyi anlayayım. İşte kısacası, henüz benim demokrasi ne pek bir fikrim yokken, dün katil dediğine bugün "hakkını helal eden" bir partinin  o zaman ki başkanının demokrasi sevdası ile başlamış herşey.

Ortada gezen davanın ilk adımı bu. Dava da belli, hiç kimse de kendini kandırmasın boş yere. Teori eyleme geçmiş, eylem kendini ifade etmiş, bugün izahı seyroluyor. Yine de bir ipucu vereyim: Dava fiilen yürürlükte, fakat kendine hukuki bir altyapı arıyor.

Deniz amcanın yaşı malumumuz, o zaman da bizim ki kadar genç değil tabi, kim bilir Diktatör'ün D'sini Demokrasi sanmışta olabilir.  Kabul, meclisin en yaşlı üyesi derim, yaşı kemale ermiş, artık gözü pek iyi görmüyor derim; 2003'ü sineme çekerim ben

Ee peki Kemal abi? Ya sen.. sende mi gözlüğünün arkasına sığınıp hareket edeceksin? Sende mi görmüyorsun ortada dönen kirli dolabı! Dokunulmazlık değil o, Diktatörlük diktatörlük! Dokunulmazlıklara "evet" vereceğim diye, göz göre göre Diktatörlüğe "evet" diyeceksin.

Sırf yüzde 1 oy kaybetmeyeyim diye, yüzde 1 oy kazanayım diye "evet" diyeceğim diyorsun, deme!

Biz yanarız, sorun değil.

"Diyorum ki sana:
Kerem gibi kül olayım
yana yana!

ben yanmazsam
sen yanmazsan
biz yanmazsak
nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?"

Gözünle görüyorsun yalan değil. Seçilmiş hükümet bu, seçilmiş hükümet! Derler ki Türkiye'de seçimle gelen hükümet, seçimle gider! Onlar söyledi hep...

Bunlar ilk geldiğinde ordu muhtıralarını ezip hapse tıktılar, kendi arkadaşlarını çiğneyip sokağa attılar, kol kola gezdiklerini rezil rüsva yaptılar hep dedikler ki; seçimle gelen seçimle gider!

Dün seçimle gelen, emirle gitmedi mi?

Gözümüzün önünde, devlet olan, yasa olan, meşru olan, bayrağın rengini, ülkenin şeklini koruyan yasaların anası eziliyor kim dur diyebiliyor?

Cumhur Tayyip, Meclis Tayyip, Ordu Tayyip, Mahkeme, savcı hepsi Tayyip!

Fiilen Türkiye Büyük Tayyip Meclisinde, sipariş yasa üretme memuru haline dönüyorsunuz! Buna mı evet diyeceksiniz?

Eğer derseniz, biz de resmen Tayyip Cumhuriyetinin açık cezaevinden size lanet edeceğiz.

Share:

Mikro Feminizm - Giriş

Yaklaşık 3-5 yıldır Çerkesler içerisinde rastlaya rastlaya aşina olduğumuz şu "mikro" tanımını Feminizm üzerinden üstelik "makro" karşılığını da koyarak okuyalım biraz. Bunun için benim 2 büyük, sayısız küçük sebebim var açıkçası.

Birinci büyük sebebim:  Hayattaki tek kimliğim Çerkes olmak değil. 

İkinci büyük sebebim: Hayattaki tek mücadelem Anarşizm de değil. 

Aslında bu iki durum, yani  "tek kimlik, tek mücadele durumu" hiçbirimiz için geçerli değil. Fakat çoğu kimseler ne taşıdığı kimlikleri düşünürler, ne verdikleri mücadeleyi umursarar; bu ikisi arasında serüvenden arta kalan bir "aç kalmama"  haline şükür durumunda sıkışırlar vesselam! Şimdi gündelik olarak hayatı yaşayan sıradan bir insanın taşıdığı kimlikleri anlatmam çok sıkıcı olacağından, ben bu yazıyı toplumun üstünden adeta "tereyağından kıl çeker" gibi alarak, asıl yerine taşıyayım isterseniz.

Biliyorsunuz (ya da şimdi öğreneceksiniz) bu günlükte çoğunlukla Çerkeslerle ilgili yazılarım yayınlanır. Az yukarıda ortaya attığım 2 büyük sebebin  ilki bu duruma yönelik. İkinci büyük sebebim ise ideolojik olarak Anarşist olmamla ilgili. 

Konumuz Feminizm,

Aslında konumuzun Çerkesler içinde, Anarşistler içinde bir değeri var, anarşistler zaten bunu inkar edemez. Çerkeslerin içinden ise emin olun, 60 farklı bakış açısı çıkar. Burada daha fazla Anarşizmin Feminizmle ilişkisini anlatmayı kendime hakaret sayarım, bilmeyen de kendisi gidip her yerden öğrenebilir, fakat buraya Çerkesler üzerinden yayınlarım yüzünden gelip, feminizme orta seviyeden girerek "ben şok" durumu yaşayacak Çerkeslerin olabilme ihtimalinin yüksekliği ile çok küçük bir açıklama yapmak durumundayım.

Çerkesler İnsandır (garip değil mi? uzaylı da olabilirdi.) ve nüfusunun yüzde 50'si kadındır. Kısacası; kadına yönelik her gelişmeden,  kadına yönelik her çalışmadan, her mücadeleden doğrudan ilişkileri bu yönden bulunmaktadır. 

Neyse! Şimdi bu iki sebeple hiçbir ilişkisi olmayan feministleri sıkmayıp konumuza dönelim.

Feminizmin çeşit çeşit, tür tür açıklamalarına rağmen (itiraz hakkı hep var) en kısa açıklamasını yapmaya çalışayım size; feminizm (insan üzerinden) yeryüzünün gelmiş-geçmiş en büyük sömürgeci anlayışına karşı bir devrim kalkışmasıdır. 

Ayrıca kendini kadın üzerinden tanımlamıştır, evet!

Çünkü kadın, kendisine dayatılan yaşama biçimi olarak; dünyada sömürülen en büyük sınıftır. 

Ayrıca mücadelesini erkeğin dünyasına karşı konumlandırmıştır, evet!

Çünkü erkeğin dünyası, herşeyin kendine ait olduğu felsefesi üzerine kurulu; bir sömürgeci anlayıştır. 

İşte tam bu noktada açıklamam gereği hissettim en büyük düşüncem, bu tanımlama ve mücadele içerisinde adı geçen kadın ve erkeğin yalnızca cinsiyet üzerinden açıklanamayacağıdır. Çünkü feminizmin mücadele ettiği erkek kurumsal bir varlıktır. Feminizmin kendini tanımladığı kadın politik bir varlıktır. Feminizm bir cinsiyet savaşı değildir. 

İşte tam bu noktada, bana "Mikro Feminizm"i yazdıran ayrıntıların en geneli oluşmaktadır.

Feminizm ve Cinsiyet Mikrosu 

Erkek egemenliğinin kadın üzerindeki baskıcı ve sömürgeci tutumu tartışılmayacak kadar gerçek bir durum. Öyle ki; sözde bilgiye en hızlı ulaştığımız bu çağın içinde, kitaplar okuyup yutarak kendine politik bir aidiyet hissi geliştirmiş anti-emperyalist, anti-faşist, anti-sömürgeci çoğu aydınlar dahi; kendi evleri içinde geleneksel olarak süregelen erkek iktidarını sorgulamayı deneyemediler. Kaldı ki, böyle insanlar bugün toplum içerisinde soyu tükenme noktasında olan bir azınlıktan ötesi değil. Toplumun baskın grupları ise erkeğin kadın üzerindeki egemenliği tartışılmayacak kadar büyük bir tabu.  Hatta adına tam egemenliğe biat diyemesekte, kendini dolaylı yoldan erkeğin gerisine düşüren feministlere de rastlayabiliriz. Nasıl mı? Kas gücü, Harp gücü gibi ifadelelerle. En başta böyle düşünen feministlere; eğer erkek, bir kadın gibi insan doğurabilmenin kas ve harp gücüne sahip olsaydı daha neler yapacaktı kim bilir diye düşünmelerini tavsiye ederim. Fakat onları bu düşünceye sevk eden temel neden, bireyin erkek cinsiyeti ile ilgili olmadığı için, bu konuyu böyle geçiştiremiyorum. Yukarıda bahsettiğim üzere, yaşam üzerinde kendini efendiliğe konumlandırarak kadını sömüren erkek bireyin cinsiyeti değil, kurumsallaşmış bir sömürge mantığıdır. 

Bu kurumsallaşmış erkek, insanın cinsiyeti üzerinden kendini tanımlamış ve bir üst kültür oluşturup, bu üst kültür içerisinde yüzlerce parçaya bölünmüş ve kendini tekrar ederek kökleşmiştir. Yani kısacası; erkekliği kurumsallaştırmıştır. Bu noktadan sonraki erkek cinsiyetsizdir. Tıpkı kendi modern tanrısı gibidir. 

Bu noktada erkeği tanımak çok önemlidir. Çünkü tam bu noktada bin yıllardır tarihle deneyimlediğimiz ancak bir türlü tanıyamadığımız erkeği; insanın apış arasına bakarak arama hatası bizi çoğu defa yanıltan en büyük gerçektir. Çünkü bu kurumsal erkek, bireyin cinsiyeti değil; toplumun üzerinde hastalıklı bir sosyo-politik üst kültürdür ve herkesin  apış arasında aradığı o erkek pipisi, sadece bayrağında bir sembolden ötesi değildir.  İşte bu yüzden ki; apış arasında pipisi olmadığı halde, kurumsal erkeğin fanatiği olmuş çok fazla kadın alt kültürü de vardır. Bireyin cinsiyeti olarak o kadınlara erkek demek imkansızdır, fakat esasta kurumsal erkeğin de en büyük temsilcileri o kadınlardır.

İşte feminizmin karşısına koyduğu erkekte bundan fazlası değildir. Feminizm bireyin cinsiyeti olarak erkek olana değil, sosyo-politik bir hastalık olarak kurumsal erkeğe düşmandır. Kadın mikrosundan feminizme giriş yapan arkadaşlarımızın karşılaştığı "Feministler erkek düşmanı mıdır?" sorusunun en büyük nedeni, bu kurumsal erkeği ıskalamaktan başka sebep taşımıyor.

Bugün Türkiye'de bir çok feminist topluluk; kadın makro görüşü üzerinden hareket ediyorlar. Bunun onları genişleteceğini düşünüyor olabilirler, daha fazla insana, daha hızlı bir şekilde ulaşmayı da umuyor olabilirler.

Kadın makro görüşü ise, makaleme adını verdiğim "mikro feminizm" ta kendisidir. Öyle ki; " her kadın kızkardeştir " diyenlerinden her kadını potansiyel bir kızkardeştir demeye getirenlerine çeşit çeşit fikirler çıkıyor. Fakat kurumsal erkeği süregenleştiren ve onun toplumlar üzerinde hastalıklı sosyo-kültürel durumunu nesillere aktaran kadınlardan yeterince söz etmiyor.

Ben edeyim o halde! Erkek üst kültürünün en biricik şubesi olan aile kurumunda, bu kurumu oluşturan üyelerden anne sıfatını taşıyan kişi, baba sıfatını taşıyan kişinin vekilliğini yapıyor. Kendi erkek ve kız çocuklarını ayırıyor, erkek üst kültürünün kadını baskı altına alan bütün şartlarını bir sonraki nesile o aktarıyor. Ahlak, Namus, Hürmet, Hizmet ve daha bir çoğu; kız çocuğuna annesi tarafından aktarılıyor.


devam edecek











Share:

Sevgili Sırrı abi


Sevgili ağabeyim,

Sanatta ve siyasette bana çok şey kattınız. Sanattaki ve siyasetteki bana kattıklarınız için  teşekkür ederim. Bu ülkede siz, bizim barış irademizi bir adım bile geri atmadan savundunuz. Karanlığın zifiri gibi üzerinize çökertildiği şu günlerde de, bir adım geri atmadan sergilediğiniz dik duruş; bizim barışa ve kardeşliğe olan inancımızı bir iradeye dönüştürüp neden size verdiğimizin en güzel örneği oluyor.

Sana bir şey itiraf etmek isterim. Şimdi kalkıp bütün ideolojimi de anlatarak can sıkmakta istemem. Ben Anarşistim ve Emma Goldman'ın "Oy vermek bir şeyleri değiştirecek olsaydı, yasaklanırdı" sözünün arkasında bu yaşıma kadar ne HDP'ye ne de başka bir partiye hiç oy vermedim. Belediye seçimleri dahil, kendime bir muhtar bile seçmedim. Kısacası şu büyük demokrasi içinde, bir muhtarım bile olmadı. Sonra öğrendim ki, meğerse bu ülkede oy kullanmamakta bir suçmuş, para cezası varmış. Olsun bakalım. Şu cezalar; belki ben ödemem ama onlar birgün benden, değilse bana ait bir yerden mutlaka tedarik ederler onlar.

İtirafta etmişken, şimdi birileri; oy vermeden irade nasıl temsil edilmiş diye soracaktır.

Anlatayım.

Ben barışa, adalete, özgürlüğe, insanlığa olan irademi bir oya sığdıramadım. Umut ettiğim yarını, hayal ettiğim yaşamı bir tüzüğe sığdıramadım. Kardeşliği, yoldaşlığı; bir programa konumlamadım. Mücadelemi o koca meclise de konduramadım. Zihnimde hep Emma Godman'ın söylediği, dünya tarihinde örneğinden geçilemeyen şu "oy vermek" tanımı dolaştı.

Aşırısı devrimci abilerim oldular sosyalistlerden. Sizi devrim yapmamakla, düzen partisi olmakla itham ediyorlardı. Açıkçası bende sizin HDP olarak sosyalist bir devrim yapacağınızı hiç düşünmedim, bir yerde söylediniz mi takipte etmedim. Sizden bir devrim beklentim yoktu, aslında sosyalist bir devrim beklentim de yok. Zaten devrimin bir partinin veya örgütün kurumsal çatısı altında olacağına da inanmıyorum da. Bana göre devrimi halk yapar, bana göre devrimci bir örgütün de devrimle ilgili yapabileceği tek şey; halkın yaptığı devrimi sahiplenmektir. Türkiye'de halk henüz devrim yapacak seviyeden de oldukça uzak geliyor. Velhasıl lafı çok uzatmadan, sizden ütopyaya varan bir beklentim olmadı. Olmadığı için olsa gerek, Kürt sorununda arifesine kadar geldiğiniz başarı sonrası Emma Goldman'ın belki yanılmış olabileceğini düşünmedim değil. Manipülasyona çok açık bir konu olduğu için açıklamak zorundayım; Kürt sorunu yalnızca Kürtlerin sorunu değil, yalnızca Türklerin de sorunu değil, Kürt sorunu benim de sorunum. Bir çocuk sahibi olmak henüz hayal ettiğim bir şey değil, fakat benim karar vermediğim bir ünvanım var! Ben bir amcayım. Beni nasıl 20 yaşımda zoraki bir şekilde askere götürüp, elime silah verdilerse o'na da yapabilirler. Ben hiç kimseyi öldürmeyecek kadar şanslı biri olmuş olabilirim. Ben hiç kimsenin öldürmediği kadar da şanslı biri olabilirim. Fakat herkes öyle değil. Öyle olsaydı bugün hiç kimse ölmezdi değil mi? Fakat öldüler, ölüyorlar. Televizyonda isimleri bile okunmuyor, istatistik olarak veriliyorlar. Yiğenim Jan 3 yaşında... Üstelik bir onun amcası da değilim. Biz halkların kardeşliği demiyor muyuz? O halde bütün kardeşlerimin her bir çocuğu benim yiğenim değil mi? Türk, Kürt, Laz, Arap? Ben kendimi bütün kardeşlerimin çocuklarının amcası görüyorum. Yiğenlerim ölmesin, yaşasın istiyorum. Bunun vahiyle sağlanamayacağının da farkındayım. Yarın devrim olmayacağını da biliyorum. İşte bu sebeple size verilmiş tüm oyların, devrim yapmayacak olsanız da; Kürt sorununu bitirebileceğine inanmak üzereydim. Gel gelelim her ne kadar medya kartelleri farklı bir algı oluştursa dahi, sizin eksikliğinizden değil de, muhataplarınızın sinsiliğinden Emma Goldman yanılmadı yine.

Aslında Emma Goldman size değil, toplumdaki ezici çoğunluğa güvenmiyordu. İtiraf et ya da etme; Emma haklıydı abi.

Doğru, bu yaşıma kadar bir defa bile oy vermedim ama hayatı boyunca oy vermekten başka siyasal bir eylemi olmayan yüzlerce tanıdığıma konuşarak neden HDP'ye oy vermeleri gerektiğini anlattım. Hepsinin vermiş olması imkansız tabi, fakat onlarcasının verdiğine eminim.

Benim iradem de budur. Benim iradem güvendir. Siz bana devrim yapacağınızı söylemediniz, siz yapacaklarınızı çok açık ifade ettiniz. Bende sizin bana ifadelerinize güvenme irademi gösterip, oy vermekten başka bir şey bilmeyen insanların size oy vermelerini istedim.

Yaptığınız hiçbir şeyden pişman değilim.

Size topladığım oylar, helali hoş olsun.

Size topladığım oyları toplamasaydım; anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz diyebilen birileri alacaktı o oyları muhtemelen. Her şey bir kenara, dursun; işte size topladığım oylar, sırf bu sebepten ötürü bile bana onur verdi.

Diğer bir taraftan da Sırrı abi, ben bir Çerkesim. Sochi olimpiyatlarında size Sochi'yi anlattık, bize omuz verdiniz. Çerkes sorunlarını ilettik, meclise taşıdınız. Taleplerimizi söyledik, altına imza koydunuz. Üstelik mecliste, Çerkes milletvekili olmayan tek parti de sizdiniz. Diğer partideki Çerkes vekiller; ne Sochi'yi duydu, ne sorunlarımızı konuştu, ne taleplerimizi savundular.

Benim bir hakkım varsa, helal olsun sizin hakkınız çok lütfen helal edin ama şunu lütfen hep hiç unutmayın ki; bizim size verdiğimiz oylu, oysuz tüm bu irade, mecliste, sokakta, mapusta her zaman sizinle olacak. Hem öyle vekaletle değil, bildiğin cesaretle Sırrı abi.


Share:

Gördüklerim var, söyleyeceklerim var..

Siyaset için bir çok yol ve yöntem vardır fakat siyasetin asıl olanı; bunun bireyin kendi becerisi üzerinden yalnız başına yürütemeyeceğidir. Fakat Çerkesler de, organize olma kavramının siyaseten bir artısı olmamakla birlikte, eksileri kısa ve uzun vadeli dönemlerde ortaya çıkmaktadır. En başta, siyaset yapıcıları veya üreticileri toplumsal gerçeklik üzerine hiç kafa yormadan, toplumsal dinamikleri ve bu dinamiklerin genel eğilimlerini tartışmadan, bu eğilimler üzerine politika yürütmeden kendileri için kısa süreli sürecek olsa dahi kolay olanı seçme eğilimine yönelmektedir. Bunun oluş biçimi de; tarihsel tecrübeyi referans alırken kendi toplumsal varlıklarının tecrübelerinden ziyade, ideolojik tarihlerinin tecrübelerine saplı kalarak olmaktadır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Çerkesler için bu oluş biçimine en uygun siyaset yapıcıları kitlesi sol akımdadır. Türkiye'de Çerkesler için bir sağdan bahsetmek mümkün, ancak siyaseten bir sağdan bahsetmek komik olacaktır. Türkiye'de siyaset yapan Çerkes milliyetçileri yoktur veya o kadar azdır ki kendi dar çevreleri dışında gözükemez durumdadır. Kendilerine milliyetçi diyerek siyaset yapan Çerkeslerin durumu ise resmen özürlü durumdadır. Burada kastettiğim kitle elbette “vatan, millet, sakarya” türküleriyle “açılmış kucağın” daimisi olmuş, “yediği kaba pislemeyen” kitledir. Zira aklı başında herkes onların Çerkes milliyetçisi olmayacağını bilir. Sol akımda toplumsal dinamikler ve bunların eğilimlerini tartışmamak ve buna yönelik politikalar yürütememek bir tarafa, çok farklı hatalar da peşpeşe gelmektedir. Bir çok sebebin sonucu yaşanmaktadır. Fakat bütün bu sonuçların en büyük sebebi, en başta belirttiğim üzere; tecrübe zeminini ideolojik birikime dayandırırken, mücadele kulvarını topluma yöneltme girişimidir. Çok basit olarak, toplumsal tarihle ilgili detaylı bir çalışmaya girmeden; kabaca, kısa ve keskin biçimde ortaya koyulan Çerkes kimliği, işte böyle kaba, kısa ve keskin ortaya konmuş bir kimliğe detaylı, uzun ve yumuşak bir vizyon belirlemek. Bunun misyonu, vizyonun detaysal bütünlüğünün kimliğin kaba niteliğini ezdiği yerden sonra devam edemez. Geçtiğimiz yıllarda 'dünya anadil günü' etkinliklerine eline Adığey bayrağını alarak katılmış, HDK delegasyonundan bir Çerkesin basına verdiği demeçte; bayraktaki her yıldızın bir Çerkes boyunu temsil ettiğini okumuştuk, üstelik Çerkes boyu olarak adlandırdığı “Abhazlar, Osetler vs.” Çerkes kelimesinin yalnızca Adığelerin Uluslar arası ismi olmasını bir kenara bırakıyorum, diyelim ki gerçekten Çerkes; Apsuvaları, Abazaları, Alanları, Noxçileri vs. kapsıyor olsun, HDK delegasyonunda bulunan ve seçim vakti, İstanbul'dan Çerkesler adına milletvekilliğine aday gösterilen birine danışmanlık yapan bir siyasetçi, Abhazların, Osetlerin vs. bir boy olmadığını, o bayrağın üzerindeki bütün yıldızlardan, renklere Çerkes halkının ulusal bütünlüğünü temsil ettiğini ve hiçbir yıldızın ayrı bir adla isimlendirilemeyeceğini bilmiyor muydu? Ya da yine Çerkeslerin yalnızca Adığeleri temsil etmediğini öne süren bazı kişilerin röportajlarında “Çerkesce” “Çerkes halkı” demeleri? Ya da Çerkesler adına siyaset yapan bazı grupların Çerkes dernekleri, etkinlikleri, köylerinde hiçbir faaliyette bulunmamaları? Kendi gündemlerini üretemeyip, ülkenin gündeminde saplı kalmaları? Sol akımın sosyalist birikimine laf söylemek haddime olmayabilir, ancak bu birikime dayalı bir kimliği ortaya koyamadıkları da bir gerçek. Bu gerçeklik ise; kendileriyle aynı ideoloji ve kimliği paylaşarak siyaset üretmek adına toparlanan farklılıkların birlikte birikmesini engelliyor ve engellemekle de kalmayıp aynı ideoloji ve kimlikten oluşan farklı gruplar arasında karşıtlık ve tartışmalar doğuruyor ve aynı ideoloji ve kimliği taşıyan bireyler arasında güvensizlik ve umutsuzluk yaratarak kendini köreltiyor. Bu anlamda gerçeklerin ne olduğuna dair yorum yapmaksızın her grubun kendini referans ettiği kimliği oturup detaylıca tartışarak karara varması ve kendileriyle aynı düşünce ve kimliğe bağlı gruplarla bir araya gelerek aldıkları kararları tartışmaya açmasıdır. Tüm bu tartışmaların sonucunda ise; kaba, kısa ve keskin bir şekilde olmadan, uzun, detaylı ve ikna edici olarak; kim olduklarını ilan etmeleridir. Çünkü herkesin söylediği Çerkesin aynı şeyi ifade edemiyor oluşu bile bir handikaptır. Bu konudaki önerim ise, en azından grup oluşturarak siyaset yapıcı olanların kendilerini, anadillerinde ifade etmeleri olabilir.

Aynı zamanda bazı zamanlarda denk geldiğim bir diğer sorun, siyaset yapıcıların kendi içlerinde oluşan bazı rekabet durumlarında kutuplaşmaları ve bunu sürdürmeleridir. Aynı amaç ve yöntemleri taşıyan ve hatta bazılarında aynı grup içerisinde ortak faaliyet sürdürmüş kişilerin bir uzlaşmazlık sonucu birbirleriyle çatışır hale gelerek, olayı kişiselleştirmeleri ve bu kişiselleştirmeleri ileriye dönük bir düşmanlığa doğru evriltmeleri. Geçtiğimiz seçimler sürecinde yaşanmış iki vaka bulunmaktadır, aynı amaç ve yöntemde buluşan kişilerin milletvekili adayı olmuş Çerkesler etrafında toparlayıcı olmaları gerekirken, farklılaşmayı seçtikleri ve hatta bu farklılaşmanın bir noktadan sonra bir çatışmaya evrildiği ve sonucun ulaştığı boyutun yarattığı durum öyleydi ki, bir milletvekili etrafında seçim çalışmalarına yoğunlaşmış bir grup, diğer grubun bir faaliyeti hakkında “ramazan ramazan piknik” olarak bir ifade kullandı. Bir diğeri ise, aynı yöntemle milletvekili olmak için düşünen bir kişi, aynı yöntemle örgütlenmek için toparlanan kişilerin toplantısına geldiği halde dahi, bu düşüncesini paylaşamadı. Buradan gördüğüm kadarıyla sol cemaatte, etnik ve ideolojik bir birlikteliğe rağmen bir bütünlük oluşmadığı ve bu durumun bir güven kayması yarattığıdır. Halbuki kimlik ve siyaset üzerine, aynı yol ve yöntemle mücadele veren kişi ve grupların birlikte olması kolaydır ancak kişi ve grupların ilkeleri ve tutumları olmadığı zaman, herkes kendi disiplinini ilke benimsetmek isteyen bir lidere dönüşmek isteyebiliyor. Bu durumda, ikinci yapılması gereken şey; herkesin kendi disiplinini ilke olarak benimsetmek istememesi için ilkesel bir tartışma açması ve taslak kararlar alması ve bunu diğer grup ve kişilerle de tartışarak bir bütünlüğe ulaşılmasıdır. Böyle olduğu zaman göreceksiniz ki, hiç kimse lider olma kompleksi göstermeyecek, liderler doğal olarak bütünlüğe ulaşmış ilkeleri içselleştirmiş kişilerden kendiliğinden çıkacaktır.



Share:

Yekvücut gel ey Ğatxe, Newroz, Bahar...

Pencereyi açıyorum, ılımış rüzgar; kuşlar da cıvıl cıvıl.. Belli, biraz önce doğan güneş, havayı ısıtmış, az sonra toprakta ısınır. Türkiye'deki tabire göre, artık havaya cemre düştü. Yere de kısmen düştü. Bir deniz kaldı düşmediği, ona da düşmesine az kaldı. Önümüzdeki hafta Çerkeslerin Ğatxesi Türklerin Baharı, Kürtlerin Newrozu,..

Toplum belleği olarak, dünyanın bu kısmında insanlık için resmen bayram havası. Bayrama bak... Ilıyan rüzgar, cıvıldaşan kuş, doğan güneş, ısınmış toprak; yaşam resmen doğuma giriyor, yeniliyor kendini, ancak Çerkesiyle, Türküyle, Kürdüyle.. Alevisiyle, Sünnisiyle, Hristiyanıyla... yaşam kendini yenileyerek her bir yerde umut filizleri verirken, umut bizlerin gırtlağına yapışıp kalıyor. Vallahi-billahi; azıcık umut etsek, mutlu oluruz diye korkuyoruz. Korkuyoruz; mutlu olsak bir utanç tıkayacak nefesimizi, kahrımızdan öleceğiz. Memlekete ğatxe gelmiş, ormanlar, vadiler çiçekler açmış, kuşlar, kediler cıvıl cıvıl; yüreğimizden kan, gözümüzden kış damlıyor acıdan. Hem öyle bencil bir acı değil, sadece kendi arkadaşlarımızın, yoldaşlarımızın katledilmesinden değil, vallahi billahi değil, ankara'da durakta evine gitmeyi beklerken katledilmiş polisten, paramparça olmuş nasırlı minicik elleriyle geridönüşüm işçisi çocuktan, bütün sayılardan, onların annelerinden, babalarından, ablalarından, abilerinden, amcalarından.. saf, ırksız, dinsiz, cinsiyetsiz bir acıdan. Ben hayata Çerkes olarak doğdum, fakat artık çektiğim acının bir milliyeti kalmadı.

Güneş; yaşayan herşeye can verirken, yaşama hakkı bombalanmış insanların yüreğimizdeki acıları, o güneşin bizim umudumuza vereceği cana gölge olmuş.

Gel ey Ğatxe! gel..
yekvücut gel; kalbinde merhameti sararıp solmuş taş kalpli bu insanlığa da umut ol gel.. ölenin kimliğini soran şu karanlık insanların zihniyetine de güneş ol gel.. buzul çağı kadar soğumuş şefkatlerine sıcak ol gel ey Ğatxe.. yekvücut gel; toprağa verdiğin can gibi can ver kardeşliğimize, rüzgarı ılıttığın sıcak gibi ısıt umutlarımızı.

Share:

Terör ve Bölücülük


Birlik, dirlik, beraberlik ve bölünmezlik ağızlarıyla yürüyen, içten içte insanları; kürt, türk, arap, çerkes diye bölen siyasetin geldiği noktadayız. Biz hiç kimse ölmesin, herkes eşit yaşasın diyerek barış ve kardeşliğe dayalı; eşit birlikte yaşam üzerinden sözler söylerken bize hain, terörist, uşak, maşa diyenler vardı. O zaman boğazımız kesilse, bayram yapacak nitelikte ruh hastalarıydı. Şimdi gelinen bu noktada; herşeyin sorumlusu olarak bizi işaret edecekler. Edecekler; Televizyonlar, Gazeteler, Siyasetçileri, Hükümet, hatta mecliste muhalefet falan da onların bu işaretine güçte verecek. Sesleri ekranlardani meclislerden, meydanlardan yayınlanacak hatta. Hayatı boyunca da; ekranda izlediğinden ötesini bilmeyen milyonlar için bugün hala hain, terörist, uşak ve maşa olmaya devam edeceğiz. Bizim kaderimiz gibi oldu bu. Cahilin zifiri kaplı vicdanını rahatlatmak. Bugüne kadar; insanlar ölmesin diye bırakın fedakarlık yapmayı, düşünmeyi bile başaramamış bir toplumun bizi suçlamaktan başka yapacağı hiçbir şey yok ne yazık ki.

Savaşta yalnızca Kürtler mi ölür? Barış yalnızca Kürtleri mi mesut eder? kaç defa sorduk.. silahlar sussun dedik, sadece askerin silahı mı sussun istedik? Gençler ölmesin, diledik. Bir tek gerilla mı genç? Olmadı... sesimizi duyan işiten; bizi hainlikle suçladı, teröristlikle itham etti. Şimdi Sur'da ölen askerin de, sivilin de sorumlusu biz oluyoruz? Elbette eline silahı alıp sivili vuran asker de suçlu, eline silahı alıp askeri vuran da. Onlara emri verende. Emirleri verenlere yetkiyi verende. Ama şunu unutmayın, ne elimize silah alıp birini vuran biziz, ne birilerini vursun diye emir veren de biziz ne de emir verenlere yetkiyi veren de biziz; esas suçlular; bu emir komuta zincirine yetki verenler. Esas suçlular; namlulardan iktidarlar yapanlar. Esas suçlular; sizsiniz.

Biz ölümlerin arasında bahaneler aramadık, o ölsün - bu ölmesin demedik. Herkes yaşasın dedik. Duyulmayacak fakat, demeye de devam edeceğiz. Ne asker olarak, ne polis olarak ne de gerilla olarak elimize tüfek alıp hiçbir canlıyı katletmeyeceğiz. Silahı öven, savaş çığırtkanlığı yapan hiç kimseye yetki vermeyeceğiz. Biz daima barışın ve yaşamın sözcülüğünü; eşit ve birlikte yaşamın neferliğini yapacağız.

Sur'da Bodrum'da ölen de biziz, Ankara'da otobüste ölen de biziz.. esas katiller; bizim ölülerimiz üzerinden yeni  bir ölüm stratejisi geliştiriyorlar, onlara direnen, inatla barışı savunan da biziz.

Asıl teröristler, bizi terörist olarak ilan ediyorlar; etsinler. Onlara yalnızca zavallı insanlar inanıyor ve toplum olarak zavallı olduğumuz gerçeği de hiçbir şeyi değiştirmiyor. Bugün değilse yarın, mutlaka bizim davamız anlaşılacak. Tarih; esas katilleri, insanlık suçu işleyenleri kanlı harflerle lanetli sayfalarına ekleyecektir.

Bugün birlik, bütünlük ağızlarıyla siyaset yapanlar; askerleri-polisleri kentlere ölmeye ve öldürmeye yollayanlar, insanları türkler ve kürtler diye ortadan ikiye ayıranlar, ülkeyi doğu ve batı diye iki ayrı parçaya bölenler, şimdi onlar, şimdi bunlar diye kutuplaştıranlar, bu ülkede insanı insana, halkı halka, dini dine korkutarak bölenlerin ta kendileridir.

Bu ülkede bir çok suç örgütü vardır, Pkk'de sütten çıkmış ak kaşık değildir ama; Pkk'den çok daha büyük ve çok daha kanlı bir terör örgütünü görmemizi de engelleyemez.

Pkk bu ülkeyi bölecek güce sahip değildir, ancak bugün ülkeyi Pkk'den çok daha güçlü bir terör örgütü bölmektedir.








Share:

Çerkesçe

Translate

Çerkesler

Çerkesya

Çerkesya ya da Çerkezistan (Çerkesçe: Адыгэ Хэку,[1] Rusça: Черке́сия, Gürcüce: ჩერქეზეთი, Arapça: شيركاسيا[2]), Kuzey Kafkasya ve Karadenizin kuzeydoğu kıyısında yer alan bir bölge ve tarihsel bir ülkedir. Bu Çerkes halkının vatanıdır.

Etiketler